30 Nisan 2025 Çarşamba

ben muhammed peygamber değilim

"Emirhan bana bir dosya vermişti, çok sert yazdığı için yumuşatmasını söyledim o da yumuşatmadı ve bu yüzden basamadık kitabını" (hepinizin tanıdığı ünlü bir yazar) 







"Vel Asr innel insane lefi husr" dediğinden beri Allah dünya ziyanlık içinde. 


Ve benden yumuşak söylememi istiyorlar cümlelerimi. 


Dünya bir rivayetime göre penisin ucunda dönmesini tamamlarken ve acımasızca öldürülürken yalancı Galileo kimse 'yumuşak şeyler' beklemesin. 


Duvarlara sertçe tekrar tekrar çarpmak lazım, kafan kanayana kadar iz bırakmak asıl yakışandır. 


Silahlar ağızda bir sakso aletine dönmesin diyedir çabam, 

Yoksa o kız bu kız o şarkıları benim için dinlemiş/dinlememiş değildir ilhamım. 


Çok çok olsa beş kuruş kazanmadan giden Syd Barrett için yazardım. 


Duvarlara renkli döl kutularından grafiti çizenler korkmaz kimseden, ve yazarken bende tanımam tanrıyı. 


O beni tanıyor ise ahirette bir imza dalaşı olabilir aramızda. 


Yezidi kadınların hüsran ve acısı ortada iken ne diye korkacakmışım feminist örgütlerin küfüre olan hassasiyetlerinden? 


"Bu am", " Bu göt" , "Bak bu da sik" demek incitmez kimseyi. 


Asıl inciten insanları, 

Savaşı ve intiharları romantik şiirlere hapsedenlerdir. 


9 yaşında tecavüze uğrayan kimseye acıyamam, çok isterseniz kavgaya tutuşurum. 


Aşk acısı yaşayan birinin acısını dindirmek için ona şiir vermek benim işim değil. 


Benim işim ona ayrılık acısını dibine kadar hissettirmektir.


Orospuluğu öğretmek birine, 

Ya da siktir etmek hüznü, 

Zaman zaman daha zor, 

Zaman zaman daha kolay. 


Ben ilkini tercih eder ve veririm elinize, elinizde ne hayal ederseniz. 


"Sikin kalkmaz evladım, bu kadar dert fazla" diye tavsiyeler verir, sikinin kalkmama nedenlerini anlatırım sana. 


Çok istersen, terapistin çözümün sen olduğun yalanını söyler sana. 


Sik kaldırmayan dertler kötüdür, kaldırma sorununu anlatamamak daha da kötüdür. 


Bunu anlatılmayacak hale getirenler ise "yumuşak yaz" diyen, sistemin gizli köpekleridir.


Ben demiyorum dağıt vücut sıvılarını, dağıt küfürlerini her yere diye. 


Ama kötü mü olur iyi insanlar spermlerini sabahları gözlerine sürmek yerine topluma dağıtsa ve iyi kadınlar kolyelerde taşısalar onları? 


Ben falcı değilim, 

Avutmak için seni, 

Söyleyemem o tılsımlı cümleleri. 


Daracık dünyanın dertleri, 

Kalemimden dökülürken, 

"Göğüsümü genişlet yarabbi" diye dua edemem. 


Muhammed peygamberde değilim, 

Göğüsüm genişlet yarabbi diye dua diyemem ve bir melek gelip kirleri * işareti ile sansürlemez.


İyi ki de değilim, 

Hayatı şüphelerle yaşamak çok daha güzel. 


O 'emin' olanlardandı. 


Evren benim yüzü suyu hürmetime yaratılsaydı utanırdım zaten. 


Bir Afgan'ın yakıldığı, 

Köşede mızıka çalıp ağlayan kadının geçmişte tecavüze uğradığı hikayeyi, 

Long Runner gibi bir atın sakatlandığı evren benim uğruma yaratılsa çoktan kavga ederdim yaratan ile. 


Bira içmem, 

İçeni de çok tasvip etmem ama bu değildir diliniz bardan kafelere geçince yumuşamalı. 


Madem öyle beyler, 

Alın içkinizi, 

Türkiye'den giden petrolle ölen Filistinli çocukları sikici sözlerle anlatalım müsait zamanınızda. 


Çay sizi sıkıcı yapıyorsa, biranız sikici yapsın.


Parasız gezmeyi romantize etmek yerine, otobüsün peşinden koşup son anda kaçıran adamın duraktakilere rezil oluşunu yazalım.

Gerçek olmayan düşleri romantize etmek kolaydır, aslolan utancı ve bir insanın başka insana/insanlara karşı yaşadığı buhranları anlatmaktır. 


Bu dünya annelerin sütü ile değil, babaların mecbur bırakıldığı yumruklar ile inşa edilmiş, 

Doğduğun an tokadı yer sonra Mike Tyson'a evrilirsin. 


Ben cümle kurarken dilim, 

Yazarken kalemim kanıyor. 


Aç çocukların gözlerini anlatacak bir kitaba daha rastlamadım, 

Gecenin sessizliğini bazen bir siren sesi ile nasıl bozarsa polis arabası, 

Sözcüklerinde korna olmak zorundadır. 


Sen imla ile yazarlık dersi vermeye devam et, 

Ben dünyadan intikam peşindeyim.


https://open.spotify.com/track/1Jmqubf9kGkWeYQXQKImL5?si=ucTm5cNmRFCLun1KpAgotw

10 Nisan 2025 Perşembe

karanlık zamanlarda insan kalmak




Bir yenilgi daha tattığım günlerden biriydi. 

Boğazım düğüm düğüm evin yolunu tutmuşken ileri durakta bekleyen bir kadın gözüme çarptı. 

Biri 'nasılsın' diye sorsa ağlayacak, dokunsa ise tikim tutacak ve gülecek haldeydim. 

Kadının durakta beklediği otobüs durmamıştı, kızgın bir şekilde bana dönüp "Ablacım burada durmuyor mu bunlar?" diye sordu. 

"Abla ileride bir durak daha var, belediyenin otobüsleri orada duruyor galiba" dedim. 

Sonra yoluma hiçbirşey olmamış gibi devam ettim. 

Tek olan şey benimde belediye otobüslerinin sadece o durakta durduğunu farketmem oldu. 

O an düşündüm ve bazı şeylere yine tekrardan emin oldum. 

Hayat saçma ve yine Duschamp'ın dediği gibi 'saçma' zamanla anlam kazanıyor. 

Birgün ise yaşı büyük bir tanıdığımın yenilgilerini ve geçmişini sorguladığı anına denk gelmiştim, 1 saat sonra ise hiçbir şey olmamış gibi elinde kendine (sadece kendine) aldığı bir tüp leblebi tozu ile eve döndüğünü, bana arkası, önü sokak ile cama dönük bir şekilde mutlu ruh hali ile hüplettiğini görmüştüm. 

Bu kadar karmaşa ve geri dönülemeyecek durumlar/hatalar karşısında nasıl olur da insan kalma dürtüsünü benimseyebiliyoruz?

Ya da "insan olmak", "insan olmanın özünü kavramak", "karanlık zamanlarımızda insan kalmak" nasıl mümkün olabiliyor?

Bana otobüs soran ablaya bir filmdeymişim gibi cevap vermeden geçmek, belki ondan da küfür yemek mi beni daha insan yapardı? Yoksa cevap verdiğim an mı saçmaya düştüm? 


Bugün Gazze'de, dün Ramallah'da olanlar olmaya devam ediyorken benim hergün kahve içip etrafımda bilindiğim kimliğimin üzerine insanlara neşe vermeye çalışma görevim devam mı etmeli? 


Yoksa bir sürede olsa bu kimliğimi (yani beni ben yapan bazı özellikleri) terk edip haykırmam mı gerekir? 

Hem kendime olam zulmümü, hem insanlığa zulmü. 

Kafası kopuk bedenlerde romantizm türetmek yerine, kimseyi incitmeyecek bir mizah ile mi insan kalırım bu zamanda? 


Yoksa bir yasa mı bürünmeliyim kimsenin görüp duyamacağı masalarda?

Bir aşk yenilgisinden daha çıktığımızda ne olması gerekiyor mesela? 

Soyutlanıp kendi içimize mi dönmemiz lazım, yine sevgiliye mi anlatmamız lazım, herkese acımızın büyüklüğünden bahsedip 301 genci bir anlığına bile olsa unutmamız mı lazım? 

Hangisi bunların insan özelliği? 

Nedir insanı karanlık zamanlada beşerden ayıran? 

Küçük bir kız çocuğu hayali ile yoğurulurken içim, bunun için hiçbirşey yapmadığımı farkediyorum. 

Sanki yarın 3-4.koşuda kazanacak atı bilmek daha önemli gibi geliyor bana. 

Oysa insan olmak 'doğmak, büyümek (üremek, çalışmak) ve ölmek (toplumun kabul edeceği başarılı bir ölüm) olarak anlatıldı bize. 

Hangisine önem vermem gerekir öyleyse?

"Seni seviyorum" demek ile "Yüzüne boşalabilir miyim?" hangisi daha insancıl bir soru gibi geliyor size? 

Biri diğerine bağlı olmadan devam eden bir süreç, saf/karşılıksız.

Biri ise diğerinin rızasını gözeterek izin alınan, sevginin kimine göre en saf hallerinden olan bir sevişmenin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. 

Kafka'nın, şatoya ya da mahkeme salonuna çıkamaması bize acı ya da varoluş sorgulaması vermiyor da okurken haz alıyorsak bir şeyler pek olması gibi gitmiyor demektir. 

Kim birinin bu kadar sıkışmasımdan zevk alabilir ki? 

Anlamıyorum,anlatamıyorum, seziyorum. 

Sisifos'u bir kişisel gelişim ürünü haline getiren yavşak dolu seminerlerde 'pes etmeyin, işte bakın Sisifos' diye anlatan ve Sisifos'a acımayan insanların olması da pek insansı gelmiyor bana. 

Kimse Sisifos'u örnek gösterip, gençliğinden bu yana üniversitenin koridorunu temizleyen babamı daha az bir tanrı olarak göstermesin. 

Saçma. 

Heisenberg koca bir doğayı saçma bulmuştu, 

Godot'u bekleyenler aramayı saçma bulmuştu, 

Ivan oğlunu öldürdüğünde insan olmuştu, 

Bende bu karanlık zamanlarda insan olmayı 'insancıl' kalmanın yollarını aramayı saçma bulmak üzereyim. 

Her acı, her kötü gün, her anı... 

Yanımızdan geçiyor. 

Peki ya 'insancıl'ı 'insan'dan ayıran nedir? 

Bilmiyorum.


https://open.spotify.com/track/5gF3lRbpXJQAy72XOczS1w?si=R_wMAwC8ScOV_tbeKnhygQ



6 Nisan 2025 Pazar

bakın şu çocuğa



bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

merdivenlerden yukarıya istemeye istemeye çıkarken, 

ölüme giden kaç basamak kaldığını düşünüyor, 

rüzgârın taşıdığı soba dumanına karıştıracak ona kalsa şimdi ruhunu, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabaha dair umutları sıcak havada hiç hareket etmeyen bir perde gibi, 

yıldızsız gökyüzünde kaybolan hayallerine dokunmaya çalışıyor, 

her mürekkepte biraz daha eksilen bir hikâye yazıyor, 

damıtıyor ellerine. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir fincan kahvenin dumanında geçmişinde kalanların silüetlerini görüyor, 

eski fotoğrafların sararmış kenarlarında ağlayan yüzler  

hayatın oyununda rolünü unutmuş bir aktör gibi kalıyor, 

bir replik ile unutulmaz olacağını zannetmiş. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

denizin dalgasıyla savrulan yaşam kırıntılarını topluyor, 

dalga sesi içinde bir ağıt arıyor, 

kumun arasında kaybolan sevinçlerini takip ediyor, 

onlar da plaja karışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

kışın ilk karında donmuş bir yaprak misali titriyor,  

içindeki fırtınayı bastırmak için sessizliğe sarılıyor, 

her kar tanesinde biraz daha üşüyen bir yürek taşıyor, 

ısıtmak için prometheus'u geri bekliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bahar çiçeklerinin renkleri bile ona anlamsız geliyor, 

taze yeşilliklerin kokusunda geçecek bir baharın daha acısını hissediyor, 

'bu bahar kuşlar bana konsa, ben kırılsam dal yerine' diye düşlüyor, 

ama ne rengi yeşil, ne de boyu uzun. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

rotasını yitirmiş bir gemi misali 

gökyüzündeki işaretlere bakarak bir pusula keşfetmeye çalışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

eski bir romanın sayfalarında kaybolmuş bir karakter gibi  

yazarı unutmuş, sonunu bekleyen bir hikâye, 

kalem tükendiği için yazılamayan umutlarla dolu bir sayfa, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor  

son satırda bitmeyen bir şiirin eksik mısrası, 

yazarı olmayan bir hikâyenin kahramanı, 

sonsuzluğa uzanan bir boşluk taşıyor, 

ne kadar uzansa o kadar kötü. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

en fazla onun zihni kadar yaşlı olan bir melodinin notalarında kendini buluyor, 

her tonda biraz daha kokan bir beste, 

bitmeyen ağıt gibi çalan bir şarkı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çöp konteynerinin dibinde annesinin düşürdüğü bebekliğini buldu, 

üzerine kusulmuş bir hatırayla göz göze geldi o sabah  

bir köpek gibi kovuldu evden ve o gün köpek gibi davranmak istedi sadece. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

geri dönüp kendini çivilediği odada günlerce çürüyen bir et gibi yattı, 

aynalarda yüzünü değil, çürümekte olan bir domuz leşi gördü, 

ve hâlâ nefes alıyor olması mide bulandırıcıydı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir morgun serinliğine aşık oldu şahit olduğu cinayet sonrasında, 

orada kimse soru sormuyor, kimse onu bilmiyordu, 

soğuk metal bir çekmeceye yatmak huzurunu arzuladı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

kadınların gözünde ya bir tehdit ya bir şaka olarak yaşadı, 

onlara çiçek uzattığında dillerden kazınmış küfürler aldı, 

şimdi mezarına güzel bir mezarlık gülü aramak daha mantıklı geliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir intihar notu bırakmak istiyor ama kimsenin okumasını istemiyor, 

özür dilediğimi bilseler yeter diyor içinden.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çocukken oyuncak sanıp içini kustuğu jilet kutusunu hâlâ saklıyor, 

bir gün “belki işe yarar” dediği şeyler arasında o da var, 

düşün ki ölüm aletini bile yedek parça gibi görmüş yıllarca. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir babanın sarhoş yumruğunda büyüdü, dişlerini yastıkla susturdu ve kanattı etlerini,

her kemik sesi bir dua gibiydi Tanrı’ya; “öldür beni” diye yalvardı

ama Tanrı sağırdı, ya da sadece gülüyordu uzaktan. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

“garip” dediler, “tuhaf” dediler, bir de “yanına oturmayın”  

teneffüslerde kendi gölgesiyle konuştu, o bile zamanla gitmedi, 

şimdi insanlara değil, eşyalara güveniyor ve hep alıyor işte birşeyler. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir kadına âşık oldu, cüzdanındaki fotoğrafla konuştu bir yıl, 

adını bir kere söyledi diye üç gün boyunca ağladı, 

çünkü isminin bir dudaktan çıkması mucize gibiydi ona. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

hastane koridorunda annesinin ölüsünü üç saat bekledi, 

üzerine titrediği kadına bile son bir “anne” diyemedi, 

şimdi kimseye seslenemiyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir gün metroda yere yığıldı, kimse dokunmadı bile, 

sadece biri video çekti, sonra “manyakmış” yazdı yorumlara, 

ölüm bile değil bazen, bu kadar yalnız hissettiren şey. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabahları kendine çorap giydirmeyi başarırsan “yaşıyorsun” diyor 

ayakta durmak artık fizik değil, irade değil, lanet. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

ama bunu biri duysun istemiyor, biri “kurtarayım” demesin  

çünkü kurtarılmak istemek için önce yaşamayı istemen gerekir  

oysa o sadece güzelce, kimseyi üzmeden yok olmak istiyor.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

ayaklarında yara, çürümüş tırnakları kanıyor,

sokakta yatıyor bazen, lağım kokusu genzini yakıyor,

fareler kemiriyor battaniyesini, o titriyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

midesi boş, kurtlar gibi uluyor açlıktan,

çöpten topladığı ekmek küflü, dişleri dökülüyor,

kusmuk boğazında, yutkunamıyor, ağlıyor zuladan.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

gözleri sararmış, karaciğeri iflas etmiş,

kolunda iğne izleri, deri pullanıp soyuluyor,

bir köşede sızıyor, sinekler yüzünde geziyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

Annesi mezarda, kurtlar kemiklerini yiyor,

babası vurulmuş, kafası dağılmış taşlara,

o ise hatırlıyor, kan kokusu hâlâ burnunda. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

elleriyle kazıyor, toprağı tırmalıyor çaresiz,

kendi mezarını hazırlıyor, solucanlar bekliyor,

bedenini çürütmek için sabırsız, o nefessiz.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

aynada artık yüzü yok, çürüyor sanki canlı canlı,

dudakları çatlamış, kurtçuklar diş etlerine doluyor,

"Bitsin," diye inliyor, ama artık öyle bir an ki ölüm bile ondan tiksiniyor.


https://open.spotify.com/track/0y1eaipbcP50xp6WLgJtuv?si=gdb3j3vUTbSRC9nX09Siyg



27 Mart 2025 Perşembe

keşke ölseydim




Keşke ölseydim,  

sabahları haberleri açmazdım,  

adamların birbirini paramparça ettiği manşetleri görmezdim,  

çocukların cansız yattığı sokakları hafızama kazımazdım,  

birkaç ölüye üzülüp, sonra kahvaltıya oturmazdım.  


Keşke ölseydim,  

toprak sadece ölüleri değil, yalanları da örtseydi,  

bayrakları kanla yıkayıp, şereften bahsetmeselerdi,  

açlıktan ölen çocukların istatistik olmadığını bilselerdi,  

ve her şeye rağmen hâlâ alkış tutanlar,  

aynaya bakınca insan görmeselerdi.  


Keşke ölseydim,  

adamın biri çıkıp "şehitler ölmez" demeseydi,  

annesi kefeni koklarken, mikrofon uzatmasalardı,  

tabutuna bayrak serip, üstüne basanlarla aynı toprakta yatmasaydı,  

ve biri daha cebini doldururken,  

kuru bir duaya razı gelmeseydi.


Keşke ölseydim,  

zihnimde yankılanan siren sesleri olmazdı,  

ayakta kalmak için üç kuruşa ömrünü satanları görmez, 

ekmeğimi başkaları paylaşırdı. 


Keşke ölseydim,  

yok olanların da bir sesi olduğunu bilmezdim,  

sustukça daha çok duyulan,  

geceleri kafamda nostaljik bir fısıltıya dönüşen.


Kimseye küsmezdim,

Kimseden ayrılmazdım.

Babamın şahsına münhasır mutluluğunu anlamaya çalışmaz, 

Ölen ninemin yorganından sökülen ince ipler onun ince kefenini hatırlatıp üzmezdi beni. 


Keşke ölseydim,  

ölüm bir son olsaydı mesela,  

uyanıp her gün aynı kabusu görmeseydim,  

ölüler gömülseydi gerçekten,  

ve diriler, çukurları sadece ayakta durmak için kazmasaydı.  


Keşke ölseydim,  

bir ülke haritadan silinmezdi belki,  

ölüler, doğum oranından hızlı artmazdı,  

ve sokaklar, kan kokusunu unutmayı başarırdı.  


Keşke ölseydim,  

insanlık bir kelime oyunu olmasaydı,  

vicdan, dilin ucunda tükenen bir ses olmasaydı,  

birini susturmanın yolu, hep ölüm olmasaydı,  

ve bütün bunları ben de anlatmak zorunda kalmasaydım.


Keşke ölseydim,  

gözyaşı silmenin bir meslek olduğunu bilmezdim,  

yetimhaneler ve taziye evleri birbirine karışmazdı,  

insanlar birbirini unutmazdı,  

ev sahibi, araba sahibi olmayı bu kadar umursamaz,

unutmayı bir kaçış sanmazdım.  


Keşke ölseydim,  

paranın her şey olduğunu öğrenmezdim,  

birkaç kişi daha fazla kazansın diye bir mahallenin yok olmasını görmezdim,  

gazete sayfalarına sıkıştırılmış hayatlara rastlamazdım,  

kimsenin ismi, haberin dibindeki italik yazıda yer almazdı.  


Ama ben ölmedim.  

Ve sokakları izliyorum.  

Duvarlara yazılan "katil devlet" yazılarını,  

sabah silinen, akşam tekrar yazılan harfleri,  

biri ölüyor, biri yazıyor.  

Biri susuyor, biri bağırıyor.  

Ve sabah, biri yine siliyor.  


Keşke ölseydim,  

çocukların büyüyünce polis ya da mahkum olmak zorunda kaldığını bilmezdim,  

mümkün dünyaların en iyisi hayalini kurmazdım,  

insanların birbirine daha az benzediği bir yerde nefes alırdım,  

bir kafede oturup, kimse görmeden kahvemi içerdim.  


Keşke ölseydim,  

kitaplar yasaklanmasaydı,  

ölmeden önce okumam gereken kitaplar diye bir liste yapmazdım,  

çünkü ölümden önce yapılması gereken başka şeyler olurdu,  

ya da hiçbir şey olmazdı, sadece yaşardım.  


Keşke ölseydim,  

bu kirli sahnede, yalanların zehriyle boğuşan bir beden,  

sistem yalanının, parmak uçları kadar hassas adımlarında  

acı bir mizansen, öfkenin küfür dolu senfonisi olsun istedim.


Keşke ölseydim,  

çünkü bu dünya, lanetli bir tiyatro;  

yalan dolu liderlerin boğuk sitemleri,  

sokaklarda yankılanan ölümler ve küfürler arasında  

gerçeklik, bir hayal gibi savruluyor,  

ve biz, çürümüş umutların küllerinde

kendimizi ararken, bir damla bile olsa suskunlukla boğuluyoruz.


Keşke ölseydim,  

ama her ölüm, bir direniş ateşi;  

acı dolu küfürlerin, içimizde yankılanan isyanın  

sessiz bir çığlığına dönüşürken,  

ölüm, bazen yıkımın ötesinde,  

bir uyanışın habercisi,  

bir yanık şiirin en sert mısrası olur.


Keşke ölseydim,  

ama yokluğumda belki sesimi duymayacaktınız;  

gözlerinizde eriyen, mahkûm bir gerçeğin izinde  

her adım, bir sorgu, bir küfürle yeniden doğarken,  

devletin kirli yüzünü,  

sokakların çürük yanlarını,  

her bir yalanın ve küfürün altında  

kendinizi yeniden bulacaksınız.


Keşke ölseydim,  

ama her damla öfke, her kırık umut  

bu düzenin acımasız aynasında  

siz sorgulamayanların, sessiz kalanların  

en derin yaralarını açığa vurur;  

ve belki de, bu yıkımın ortasında  

gerçeklik,  

bir küfürün, bir ömrün,  

sonsuz bir direnişin adı olur.


Ama ben ölmedim.  

Ve gözlerimi kapatınca bile duyuyorum her şeyi.  

Bir annenin çığlığını,  ,  

Bir adamın son kahkahasını.  

Sanki bunların hiçbiri olmamış gibi.  


Keşke ölseydim,  

ama ölmek bir şeyleri değiştirmiyor.  

Ne kadar çok insan ölse de,  

birileri yaşamaya devam ediyor.  

Gülüyor, eğleniyor, unutuyor.  

Ölüm bir son değil, bir haber başlığı sadece.  

Ve yarın başka bir başlık var.  


Ama ben ölmedim.  

Gözümün önünde büyüyen ölümler var.  

Her gün biraz daha güneşi batıran bir gökyüzü.  

Ne yana baksam, suskunlukla örtülen cinayetler.  

Rakamlar konuşuyor, insanlar susuyor.  

Bu kadar çok rakam nasıl susar, bilmiyorum.  

Ölmedim.  

Bu yüzden unutamıyorum.  

Bu yüzden her şey üzerime geliyor.  

Bu yüzden sokakları izliyorum.  

belki de,  

bu yüzden yazıyor ve ağlıyorum çünkü ölmedim. 


Bakın şu 28 yaşındaki çocuğa, 

Nasıl da arzuluyor ölümü, 

Bir köpeği kovalar gibi kovalıyor. 

Ama köpek o kadar kaçmıyor, 

Biliyor ki onu ısıramaz, 

Ama çocukta vazgeçmiyor, 

Bilmiyor ki onu ne kadar istese de ısıramaz. 


https://open.spotify.com/track/1KsI8NEeAna8ZIdojI3FiT?si=rcOtED8cQJWSHyF4vt57TA


14 Mart 2025 Cuma

yokluğuma iman

Yerdeki taşları izlerken zamanın üzerimden nasıl aktığını düşündüm. Kayboluş, bir çöküş değildir. Daha sessiz, daha sinsidir. Hiçbir şeyin değişmediği, aynı kaldığı onlarca sabaha uyanırsın, ama bir yandan da her şey farklıdır. En azından hava durumu ve gittikçe sararan kitap sayfaları. Gözlerin odanın köşelerinde gezinirken bir şeylerin eksildiğini hissedersin. Varlığın, bir zamanlar sahip olduğu ağırlığı kaybetmiştir, nereden baksan 5 kilo daha azalmıştır ruhun. Sen azalıyorsundur ama kimse de fark etmez bunu. 


Beni unuttular.  


Bunu tam olarak ne zaman anladığımı bilmiyorum. Belki yine evden kaçıp meteliksiz bir şekilde sokakta yürürken, birileri omzuma çarpıp da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ettiğinde. Belki de yıllardır konuşmadığım bir arkadaşımın adımı unutup bana "şey" diye seslendiğinde. Belki de bir akşamüstü, aynaya bakıp gözlerimdeki ışığın çoktan sönmüş olduğunu fark ettiğimde. İnsan, yavaş yavaş siliniyor işte. 


Yürürken kaldırımlara yapışmış bir sakız gibi hissediyorum bazen. Herkes üstüme basıp geçiyor ve bazıları memnun ayaklarının altında olmamdan. 


Ne renk olduğum belirsiz. Belki bir zamanlar dikkat çekecek kadar canlıydım, belki biri beni o zamanlar fark ederdi. Ama şimdi, üzerimden o kadar çok ayakkabı geçti ki, kimse bana bakmaz oldu. 


Bir zamanlar biri vardı. Adımı söyleyen bir ses, dünyada bir yerim olduğunu hatırlatan bir dokunuş. Sonra o da gitti. Giderken bir şey söylemedi. İnsanlar bazen böyle kaybolur işte. Bir gün yanınızdadırlar, ertesi gün sadece hatıralarda yaşarlar ve yaşlandıklarında ölürler. Ama anıların silinmesine ve fiziki yokluğa da alışıyorsun. Bir sabah uyanıyorsun ve artık onlara dair hiçbir şey hissetmediğini fark ediyorsun. İşte asıl kayboluş bu. Bir zamanlar seni tanıyan biri bile artık seni unutmuşsa, sen hâlâ var mısın?  


Herşeye rağmen ara ara içimde yankılanan bir kahkaha var ama benim değil. Ödünç alınmış, gece birine iade edilecek. 

Evimde masalar temizlendi, Eskiden, bir kahve fincanının kenarında parmak izlerimizi  bıraktıklarımız vardı. Şimdi o izler silindi. fincanlar yıkandı. Herkes birşeyler bıraktı ama ben hiçbir şey bırakamadım.  


Sistem, biz yakınları bile birbirimizden ayıran bir makine. Teker teker öğüten, yok eden, birbirimize temas etmemizi engelleyen bir şey. 

Kalabalıklarda öyle binlerce insan yürüyor ama kimse kimseye dokunmuyor. Herkes yalnız ama yalnız olduklarını kabullenmemek için sürekli bir yerlere koşturuyorlar. Göz göze gelmemek için telefon ekranlarına bakıyorlar. Vitrinlerde kendi bedenlerine dokunmaya çalışıyorlar.

Bazen düşünüyorum, yere düşsem kaç kişi durup yardım eder? Kaç kişi gerçekten fark eder?  

Ellerim titriyor. Önce hafif, sonra daha şiddetli. Ne yapacağımı bilmiyorum. Yıllardır her şeyi erteliyorum. Bir sabah farklı uyanmayı bekledim, olmadı. Bir mektup yazıp birine göndermeyi düşündüm, yazmadım. Bir şeyler yapmalıydım ama hiçbir şey yapmadım. Sadece zamanın üzerimden geçmesine izin verdim. İnsan kendini böyle kaybeder işte: Küçük, önemsiz ertelemelerle.

Geceleri daha yalnız. Yalnızlık, ışıklar söndüğünde daha gerçek oluyor. Uyumak istemiyorum ama uyanık kalmak da acı veriyor. Uyku, geçici bir unutuluş, sabah saatlerce yatağında dönüyorsun, hiçbir yere gitmiyorsun.  

Rüyalarda üzerime çöküyor. Sanki bir enkazın altında kalmışım ama kimse kurtarmaya gelmiyor.  

Bir ruh hali miydi bu yaşananlar yoksa organik bir hastalık mı?  

Öyle bir şeydi ki, melankolik duyguların kokuları bile günlerce çıkmıyor burnumdan.

Duvarlarda duyduğum sesler, kavrulmuş kemiklerin gıcırtısı gibi konuşuyorlar. 

Kendime herkesin tiksineceği hikayeler anlatıyorum. Çürümüş cesetleri severim, açılmış mezarlardan bahsediyorum, insanların gözbebeklerine yerleşen tanrıları gören bir karakter yazıyorum. Kimi zaman sabaha kadar duvarlara çizimler yapıyorum, kimi zaman ise sesim kısılana kadar sevişiyorum. 

Dişlerimden yatağın köşesini ısırdığım için akan kanları ve vücuduma gardiyandan gizli jiletle çizdiğim kendimden kaçış labirentimi bir süredir herkesten gizliyorum. 


“Perdenin arkasında.”  


Diyorum kendime, rüyamda gördüğüm benime.

Halbuki orada bile kimse yok, paranoyak olmak isterdim ama olamam. 

Zira hakikatte buna yer yok. 

Hakikatte olan tek şey kendimden bir parça saklamak.

Bir gün birisi beni bulacak mı bilmiyorum. Belki birisi gelip ağzımdan ve midemden parçayı çıkarıp ismi hatırlayacak. Belki birisi, benim gerçekten var olduğumu fark edecek. Ama o gün gelene kadar, ben burada, çürüyen duvarların, kararmış ışıkların ve solmuş hayallerin içinde kaybolmaya devam edeceğim.  


Bir başka gün, bir başka unutuluş…  


Zihnimde yüzlerce soru var, ama cevap yok. Var mıyım, gerçekten var mıyım? Kendi varlığımı, içimdeki boşluğu, sabah uykusuz kalmış açlığımı, bakarken gördüğüm yansımalarda kaybolan “ben”i algılayamıyorum. Gözlerim, varlığımı anlayan tek şey ama o da yanıltıcı. Gözlerim, bir yansıma gibi, bir anlık bir boşluk. Ama ya her şeyin gerisindeysen, ya da her şey sadece bir yansıma mı? “Ben” dedikçe kayboluyorum, çünkü ben kimim? Kendi kimliğimi, kimseye ait olmadığımı, her şeye yabancı olduğumu, birine bile ait olamayacak kadar kaybolmuş olduğumu hissediyorum. Hissederek kayboluyorum.  

Bazen var olmak bir bedel gibi geliyor. Bedenimle öylesine varım, öylesine bir hiçim. Bir parça et, bir kemik, ama derinlere inince hiçbir şey. İçim boş, düşüncelerim dağılmış, bir zamanlar anlık yaşadığım duygular şimdi uzun bir süre önce silinmiş. Her şey öylesine kayıp ki, zamanla bir yere gitmiş gibi hissediyorum. Anlar, düşünceler, insanlar; hepsi bu kaybolmuşlukla silindi. Düşünüyorum, içimde bir ışık vardı, ama ne zaman kayboldu? Uykusuz kaldım, belki de yıllardır. Zamanı izledim ama her şey birikerek öylesine büyüdü. Şimdi biriken duygular, sislere bulanan her şey beni tüketiyor. Ne zaman farklı hissettim? 

Ve sonra, bir gün sabah gözlerimi açtığımda bir ses, “Uyan, gerçekten var mısın?” diye soracak,yol gösterecek. O an, o kadar uzun beklemiş olacağım ki, sanki bu soruya cevap vermek için yaratılmamış gibiyim. Beni ne zaman sorarsan sor, ben hep kaybolmuşum. Zaman sadece bir gölge, bir çöküş gibi üzerime çöküyor.

Şimdi düşündüm de, belki de sistemin dediği şey, sadece kaybolmak. Belki de varlık, bir zamanlar sahip olduğun her şeyin yokluğu. Sistemde herkes kaybolur, ama kimse fark etmez. Biz kaybolurken, başka birileri hep ilerler. Belki kaybolduğumda, insanlar hala “sistem”in bir parçası olarak var olacaklar. Ama ben o sistemde hiç var olmadım. Ben, kaybolmuş bir hata, bir yanlışlık, varlığı tükettikçe solan bir hayaletim.  


Kaybolmanın tezatlığı da bunu bilmek ve kelimenin değer kazanması için tezatlığı gerçekleştirmek. 


Ama birgün kendimi bulduğumda, bir ses ile boşlukta herkesin hissedeceği bir çığlık kalacak.


https://open.spotify.com/track/3FSLyEUXnmUKPJU93ACRdD?si=ttsREHegQDW6-KEj3nN4EA





23 Şubat 2025 Pazar

berkan

Berkan, sabahları perdeleri açmadan uyanan bir adam. 

Günün aydınlığını mahallenin seslerine bağlar, gün doğunca evde lamba yanıyor sanır, o kadar kopuk. 

Kırkını geçmiş, sırtı hafif kambur, kolları ince ama elleri küt parmaklı; sanki yıllarca yumruk atmış da yorulmuş gibi. Saçı seyrek, sakalı darmadağın, dişleri sarı ama gülüşü garip bir samimiyet taşır.

Mahallede herkes onu tanır, “Berkan Abi” derler, ama kimse evine girmez. Kapısı hep kilitli, penceresi hep yarı aralık; içeriden küf kokusu sızar, sahaflardan topladığı veba bulaşacak kadar eski kitapların kokusu, günün tozu, gecenin paslı düşleri. 


O herkesin aksine lekelerini herkesin görebileceği yerlerde sergiler, gün ışığından gizlemez birşeyi. 


Berkan’ın evi bir mezarlık gibi; raflar sararmış kâğıtlarla dolu, yerler tozlu, masada yarım bırakılmış çay bardakları. Beslenme mi? Günde bir simit, bazen üstüne salça sürer, yanına da bayat ekmekle kahve. “Mide zaten çukur, neyi gömeceksin ki?” der, pis pis sırıtır. Ama ağzından dökülenler hep tuhaf bir bilgelik taşır: “Hayat, üstüne oturmuş boklu bir koltuk gibidir; kalksan götün kirli, kalsan kokuya mahkûm.”

Kimse böyle bir laf duymamıştır, duysa da unutamaz. Rahatsız eder, iğne gibi batar ama bir yandan da “Haklı lan bu herif,” dedirtir.

Gündüzleri mahallenin ara sokaklarında dolanır. Elinde poşet, içinde yeni bir kitap, bazen de sokaktan bulduğu kırık bir çerçeve. Çocuklar ona “Deli Berkan” der, ama yanına koşar; çünkü anlatır. Eski kentlerin unutulmuş hikâyelerini, sokak lambalarının altında kaybolmuş âşıkları, tahta masalarda içilmiş çayların nostaljisini. İnsanlar dinler, çünkü Berkan’ın sesinde bir şey var; yaşanmışlık değil, yaşanamamışlık. Umutsuzluğu öyle güzel giyinir ki, karşısındakine “Ben de böyleyim galiba,” dedirtir.


Gece olunca ise Berkan değişir. Kapıyı kilitler, ışığı söndürür, sadece masadaki küçük abajur yanar. O loşlukta oturur, düşünür. Belirsizlik boğazına çöker, nefesi daralır. Kimseye söylemez ama içi kurtlarla dolu; kafasında dönen tilkiler birbirini yer. “Mutluluk, birinin sana attığı kemikse, ben o köpekliği çoktan gömdüm,” diye mırıldanır kendi kendine. Kimse duymaz, duymasa da olur. Geceleri onun mahallesi başkadır; sokaklar değil, kafasının içi karanlık bir kent.

Ve sonra o fanteziler… Kadınsız bir adam ama zihni iğrenç bir şölen. Kimseye anlatmaz, anlatamaz da. Masanın altına sakladığı bir defter var, karalamalarla dolu. Çizgiler, kelimeler, bazen bir kadın bacağı, bazen bir göz. Ama hepsi gerçek dışı, hepsi sapkın. “Sevmek, birinin etini dişlemek isterken vazgeçmektir; ben o vazgeçişi hiç beceremedim,” diye yazar. Okuyan olsa midesi kalkar, ama bir yandan da Berkan'ın bu karanlık dürüstlüğüne hayran kalır. İğrenirsin, evet, ama elin gitmez değil mi, bir sayfa daha çevirmeye?

Gün içinde Berkan’ı seversin. Kahvede oturur, çay içer, iki laf eder. “Bak lan,” der, “eskiden bu sokakta bir adam vardı, her gece pencerede şarkı söylerdi. Şimdi o pencere boş, şarkı da bitti. Hayat işte, sesini keser ama boşluğu bırakır.” Dinleyen dalar gider, nostalji burnuna çöreklenir. 

Gözleri uzaklara bakar, ama sanki hiçbir şeyi görmez. 

Umutsuzdur, evet, ama o umutsuzlukta bir sıcaklık bulursun. Sanki senin de içindeki boşluğu alıp üstüne bir battaniye örtmüş gibi.

Bir gün mahallelinin biri sorar: “Berkan Abi, neden evlenmedin?”

Gülümsemesi donar, çay kaşığını masaya vurur. “Kadınlar,” der, “gözlerine bakarken kendini bulacağın aynalar ister. Benim gözlerimse kırık cam, baksan kanarsın.” 

Cevap ağırdır, ama kimse üstelemez. Berkan böyledir; seni kendine çeker, sonra itiverir.

En büyük aşkı o eski kitaplar. Sahaflardan toplar, sayfaları lime lime olmuş, ciltleri çürümüş. Veba kokusu dedik ya, abartı değil. Parmakları sayfaları okşarken gözleri parlar, ama bu sevgi değil, bir tür saplantı. “Her kitap, yazanın gömdüğü bir cesettir; ben o mezarları eşelerim,” der. Okuyan tiksinir ama o kitaplar onun dostu, ailesi, belki de tek sevgilisi.

Bir keresinde mahalleden bir çocuk, “Berkan Abi, bu kitapları niye okuyorsun ki, hepsi ölü hikâyeler?” diye sorar. Berkan başını kaldırır, gözleri bulanık. “Ölüler konuşmaz, evlat,” der, “ama susmazlar da. Senin baban gibi bağırmaz, ama kulağına fısıldar.” 

Babasıyla da derdi vardı Berkan abinin,ne onla uzlaşabildi ne de varoluşun diğer olgularıyla. 

Kendini bildi bileli dünyanın ona anlattığı hikâyeyi dinlemiyor. Çalış, evlen, bir şeyler biriktir, öl...

Hiçbirini beceremedi. İnsanlar sistemin dişlilerine yağ olurken, o paslandı. 

Babası bu yüzden gözünün içine bakmadan ölmek zorunda kaldı. “Senden bir bok olmaz,” dedi son kez, gözleri hastane odasının kirli pervazına sabitlenmişti. Haklıydı. Ama bazen, bok bile olmak istemezsin.  

Hayatı böyle geçer; günler tozlu, geceler paslı. Ama bir gece, her şey değişir. Abajurun ışığı titrer, elektrik kesilir. Karanlıkta oturur, elinde bir kitap. Defterini açar, son sayfaya bir şey karalar: “İnsan, kendi gölgesine âşık bir köpektir; kuyruğunu yakalayınca bile ağlar.” Sonra defteri kapatır, kalkar, pencereyi sonuna kadar açar. Mahallenin soğuk havası içeri dolar, küf kokusuyla karışır. Derin bir nefes alır, ilk kez o gece uyumaz.

Sabah olur. Mahalle uyanır, ama Berkan yok. Kapısı açık, ev bomboş. Masada bir not: “Gidiyorum, çünkü kalmak bir cesedi cilalamaktan farksız.” Kitaplar raflarda, defter ortada, çay bardağı yarım. Mahalleli toplanır, şaşkın. Kimisi “Kaçtı herif,” der, kimisi “Öldü galiba.” Ama kimse bilmez, nereye gitmiştir.

Günler geçer, mahalle eski ritmine döner. Ama bir akşam, kahvede oturan biri burnunu çeker. “Bu ne lan?” der. Başkaları da hisseder; havada bir koku, keskin ama tanıdık. Eski kâğıt, küf, biraz da çay. Berkan’ın kokusu. Sokaklara yayılır, herkes durur, bakar. Kimisi ağlar, kimisi gülümser. O koku burnuna doldukça, Berkan’ı hatırlarsın; iğrençliğini, bilgeliğini, umutsuzluğunu, her şeyini. Ve birden, o an, bir orgazm gibi vurur: Gitmemiştir,  hâlâ buradadır. Mahallenin damarlarında, sokaklarında, ruhunda.

Koku kaybolmaz, çünkü o kaybolmaz. Seni rahatsız eder, tiksindirir, ama bir yandan da içine işler. “Hayat, kokusuyla hatırlanır; geriye kalan hep çöptür,” demiştir ya hani, işte o koku, onun son zaferidir. Burnun yanar, gözlerin dolar, ama garip bir huzur bulursun. Berkan budur; iğrenç, güzel ve 'insan doğduğunda, öldüğünde ve biri ona uzun uzun baktığında unutulmaz' klişesinin aksine her zaman oralarda bir yerde hepimizin aradığı adam.



19 Şubat 2025 Çarşamba

iş arıyorum bu da özgeçmişim

1997 yılında doğdum. 

İş aramaya, güvenlik görevlileriyle göz göze gelip "Aynı yaşta mıyız gerçekten?" diye iç geçirdiğimde ve antika ürünlere 'yahu ben bunu hatırlıyorum' dediğimde başladım. 

Hayat böyle işte; bir gün lise sıralarında "Ben büyüyünce yazar olacağım!" diyorsun, ertesi gün LinkedIn'de "Değerli insan kaynakları ekibi..." diye cümle kurmaya çalışıyorsun. 

Ben kitap okumaya ve yazmaya bayılırım. Yazarken içimi dökerim, okurken başkalarının içini karıştırırım. 

Üç kitabım var, felsefe topluluğum da cabası. Sokrates’in savunmasını biliyorum ama kendi savunmamı yaparken karşımdakinin anlaması için “yani şey” diye başlayan cümleler kurabiliyorum. 

O yüzden bazen yazmayı, konuşmaya tercih ediyorum.

Ama bazen de tam tersini yapıp sahneye çıkıyorum: Stand-up. 

İnsanları güldürmek güzel bir şey. 

"Kendine çok gülersen komik olursun, başkalarına çok gülersen yalnız" derler ya, ben dengede tutmaya çalışıyorum. 

Metin yazıyorum, yıllardır blog yazıyorum düzensiz editörlük yapıyorum, cümleleri ustaca törpüleyip pırıl pırıl hale getiriyorum (bazen insanları da) . Bazıları "İyi de bu işte ne var?" diyor. 

Şöyle anlatayım: Düzgün bir editör, kötü bir yazarı iyi, iyi bir yazarı harika gösterir. O yüzden arka planda işini iyi yapan biri olmak hoşuma gidiyor. MEB'de sözleşmeli öğretmenlik yaparken bu arka plan meselesi kafamı ciddi karıştırmıştı. Neyse beni arka planda unutmazsanız sevinirim.  

Sosyoloji yüksek lisansım bitti bitecek. Eğer bir gün bir tez savunmasına gitmezsem, hayatımın tezatsız kalacağından korkuyorum. 

İngilizcem hiç fena değil, mülteci ailelerle iletişimimden dolayı biraz Arapça da öğrendim. Yani hayatta kalabilecek kadar. Zaten diller de böyledir: İhtiyaçtan öğrenirsin, keyiften geliştirirsin. 

(Evet yıllardır sahada bağımsız bir öğrenci grubuyla dezavantajlı çok insana dokunduk.) 


Hobilerim? Klasik "Müzik dinlemeyi severim" cümlesinden bir tık yukarı çıkıyorum: Kaset koleksiyonum var. Çünkü kasetler, zamanın içine sıkışmış küçük anılar gibi. Bazı şarkıları dinlerken, birinin zamanında tam da o şarkıyla üzüldüğünü ya da sevindiğini bilmek hoşuma gidiyor. 

Kim bilir, belki bir gün benim CV’mi okuyan biri de yıllar sonra "Şu çocuğu işe almadık ama bak ne komik yazmıştı" diye hatırlar.  Eğer bu satırlara kadar geldiysen, ya gerçekten ilgilisin ya da işten kaçıyorsun. 

İki ihtimalde de seni takdir ediyorum.

9 Şubat 2025 Pazar

ucubenin tesettürü





 Ucube'nin Tesettürü


I


Gecenin çürümüş teni yeryüzüne serilmişti. Sokak lambaları titrek bir huzursuzlukla yanıp sönüyor, yol kenarında biriken çöplerin kesif kokusu havaya karışıyordu. İnce topuklu ayakkabılarının sert kaldırımla buluşan sesi sokağın yalnız melodisini tamamlıyordu. Hayır, bugün o ayakkabılar yoktu ayağında. Bugün uzun siyah bir pardösü ve başında sıkı sıkıya sarılmış bir eşarpla yürüyordu. Adımları ürkek, ama içinde yanıp kavrulan yangınla gözü karaydı.


Mahalledeki bakışlar onu ok gibi delip geçiyordu. "Ucube." Bu kelimeyi ilk kez ortaokulda duymuştu. Yüzü bir tuhafmış. Hormon bozukluğu varmış. Sesi garipmiş. Sınıftaki çocukların alayları, teneffüslerde yediği tokatlar ve sinsi bakışlar yıllarca kabuk tutmayan yaralar açmıştı ruhunda. Kendini onarmaya çalıştıkça daha da kanıyordu. Erkek olamıyordu, kadın da saymıyorlardı. Ne olduğunu kimse tarif edemiyordu; herkesin dilinde sadece o kelime vardı: 


Ucube.


Bu yüzden tesettüre girme kararı onun için bir kaçıştı aslında. Bütün o delici bakışlardan, tiksinti dolu fısıltılardan sıyrılmanın bir yolu. Belki Allah'ın huzurunda temizlenir, insanlar arasında da görünmez olurdu. Ama işler sandığı gibi gitmemişti.

Ne olmuştu da bir travesti tesettüre giriyordu?


Mahalleli bu yeni görüntüsünü gördüğünde delirmiş gibiydi.



Bakkalın önünde sigara içen dört adamın bakışlarını ensesinde hissetti. Onların yanından geçerken biri alçak bir sesle fısıldadı:  

— Oha lan! Bu bizim Kaan değil mi? Şuna bak, başını örtmüş.  

Bir diğerinin kahkahası boğazına dizildi:  

— İmam hatip travestisi! Bu mahallede daha neler göreceğiz Allah'ım!


Adımlarını hızlandırdı. Pardösüsünün eteği yere sürtünüyordu. Yemin etti kimseyi duymayacak, kimseye aldırmayacaktı.


Fakat sesler peşini bırakmadı:  

— Bak Allah seni ıslah etmiş de başını örtmüş, ama o surat yine sapık surat!  


— Belki de fuhuşta örtü modası başlamıştır?  


Sokağın sonuna varınca dizlerinin bağı çözüldü. Soluk soluğa bir apartman duvarına yaslandı. Gözleri yanıyordu. Hayır, ağlamak istemiyordu ama gözyaşları ihanete uğramış gibi kendini serbest bırakıyordu. Tesettüre girmek bile kurtarmamıştı onu.


Hangi yolun sonunda makul insan olabilecekti?


Evine vardığında gece olmuştu. Aynadaki yansımasına baktı. Başörtüsü kaymış, saç telleri ortaya çıkmıştı. Elini başına attı ve eşarbını hızla çekip çıkardı. Saçları dağınık bir şekilde omuzlarına dökülürken aynadaki gözlerindeki karanlık daha da büyüdü.  

— Sen nesin be? diye fısıldadı kendi kendine.  

Cevap gelmedi. Yıllardır gelmemişti zaten.


Telefonuna bir bildirim düştü. Eski tanıdıklarından biri mesaj atmıştı:  

“Kaan, sen tam bir şovsun ya! Bırak bu oyunları. Erkek gibi yaşa. Tesettür nedir lan?

Parmakları titredi.


Erkek gibi yaşa. 


Bu cümle beyninde yankılanırken duvara yumruk attı. Parmaklarından sızan kan, yılların bastırılmış öfkesiyle birleşmişti.


Gece yarısıydı. Perdeleri çekip yorganının altına gömüldü. Uyuyamayacağını biliyordu. Sokakların sesleri hâlâ kulaklarındaydı. Kendi iç sesi bile onu rahat bırakmıyordu. Fuhuş tek yoldu diyorlardı, çünkü başka bir seçenek yoktu. Ama o direniyordu. Pisliğin içine çekilmek istemiyordu. Evet, toplum ona yaşamayı çok görmüştü ama hâlâ bir umut kırıntısı vardı içinde.


Ertesi sabah midesi boş ama kafası dolu bir halde tekrar sokağa çıktı. Karşıdaki camiden yine ezan sesi yükseliyordu; sesi kesik kesik yankılanan martılara karışıyordu. Belki de Allah'ın göğsünde böyle karmaşa yoktu. Belki Allah, insanların eğri bakan gözlerini değil, yamalı kalpleri görüyordu. Bu düşünceyle caminin avlusuna adım attı. 


İlk adımda taş gibi gözler üzerine yapıştı. Fısıltılar peşinden sürüklendi:  

— Tesettürlü travesti!  

— İyice sapıttı bunlar.  

— Allah bile affetmez bunları…  


Duymazdan geldi. Vücudu titriyordu ama ayakları geri dönmeyecekti. Tam cami kapısına vardığında bir el sertçe omzunu kavradı. Gözleri yanıyordu adamın. Belki ibadetten çıkmıştı ama ruhunda zerre kadar merhamet yoktu.  

— Lan! Sen ne halt etmeye buradasın? Git başka yerde günah işleyip tövbe et!  


— Beni Allah’la yalnız bırak, dedi sakin ama titreyen bir sesle.  

— Bırakmam! Mahallemizi kirletiyorsun. Bu kutsal yere adım atamazsın! Anladın mı?  


— Allah’ın evi diyorsunuz ama kapısında bekçilik yapıyorsunuz! Kimin adına? Kendinizden başka kimseye mi tapıyorsunuz?


Bir an sessizlik oldu. Diğer gençler toparlanıp yanlarına geldi. Kahkahalar havada uçuştu. “Vay terbiyesize bak!” diyen biri daha ileri atıldı. Adamın gözlerindeki öfke büyüdü. Bir anda cami avlusu pazar yeri gürültüsüne dönmüştü. Ellerini sıktı ama ne fayda... Bu mahallede nefes almak bile fazlaydı onun için.  


Bir taş ayaklarının dibine düştü. Daha fazlasını beklemeden sırtını dönüp yürümeye başladı. Arkasında yükselen sesler gittikçe bulanıklaşıyordu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu.  


Eve döndüğünde aynanın karşısına geçti. Başörtüsünü tekrar başına geçirdi. Yüzü sertleşmişti, gözlerinde öfkeyle karışık bir kararlılık vardı. Bu şehirde kimseye kendini sevdiremeyecekti. Belki Allah biliyordu; belki de bu örtü onun isyan bayrağıydı. Toplumun istediği gibi değil, kendini korumak için verdiği bir savaştı.  


Başını öne eğdi, alnı aynaya değdi. Tek bir soru beynini kemiriyordu:  

Allah şahidim, bu savaşı kazanabilecek miyim? diye düşünürken uyuyakaldı. 


II


Sabah olduğunda yastığa yapışmış saç telleriyle uyandı. Göz kapakları kurumuştu. Aynanın karşısına geçti. Başındaki örtüyü düzeltti, çenesinin altından sıkıca bağladı. Aynadaki yansımasına dik dik baktı. Onların dediği gibi ucube değil, var olmaya çalışan bir insandı. Nefes alan, inanan, seven bir insan. 


Kapıyı çekip sokağa çıktığında yüzüne çarpan rüzgarla ürperdi. Hava soğuktu ama çürümüş şehir sıcağı her köşeye sinmişti. Ayağının hemen dibinde ezilmiş bir prezervatif duruyordu. Biraz ilerde birkaç tanesi daha vardı. Sokak geceden kalmaydı. Yüzü buruştu ama midesini kaldıran şey bu değildi — düşüncesiydi: 


Fuhuşa mahkum edilen arkadaşları… Onlara günah diyorlardı ama bu günah kimindi? Bedeni satmak zorunda bırakılanın mı, satın alanın mı? Kimsenin yanıt verecek cesareti yoktu buna.  


Yürümeye devam etti. Kaldırımın köşesinde iki kadın birbirlerine yaslanarak sigara içiyordu. Biri parlak mavi bir kürkle kışa meydan okurken diğeri incecik bir eteğin içinde titriyordu. Göz göze geldiler. Kadının dudakları hafifçe kıvrıldı:  

— Sabah sabah hidayete eren bir travesti… Dünya gerçekten bitiyor demek ki!  

Diğeri kahkahayla ekledi:  

— Belki de seçimden önce cumhurbaşkanının "eşcinsellere iyilik yapacağız" dediği vaat buydu! Seni tesettüre sokmak!  


Gülüşleri sokağa yayıldı. Ama o durmadı. Suratında ifadesiz bir maske vardı artık. Politikacılar her zaman iki yüzlüydü. Seçimden önce bir el uzatıp seçimden sonra ayakkabının tabanıyla kafaya basarlardı. Allah’ın adını bile oy toplamak için ağızlarına sakız yapıyorlardı. Bu şehirde herkes ya şeytan ya da şeytanın piyonu olmuştu.  


İlerideki dar sokak cemaatin hakimiyetinde olduğu mahalleye açılıyordu. Gözleri birkaç siyah cüppeli adamı seçti. Bellerine kadar inen sakalları ve yüzlerindeki sert ifade, yürüdükleri her yeri bir mahkeme salonuna çeviriyordu. Yanlarından geçerken fısıltılar duyuldu:  

— Görüyor musun? Başörtülü travesti diyorlar.   

— Allah belasını verecek bunun!


Gözleri yere dikili yürümeye devam etti. Sokağın ortasında yaşlı bir adamla burun buruna geldi. Adam bastonuna yaslanarak konuştu:  

— Kızım… Ya da her neysen… Bu hâlinle neden böyle dolanıyorsun?  


Dudakları titredi ama kendini topladı.   

— Tesettür benim inancım.  

Adam başını salladı, gözlerinde anlam arayan bir ifade vardı.  

— Tesettür inançtır evet… Ama kadınlara inmiştir. Sen kadın mısın?  


Derin bir nefes aldı, göğsüne saplanan o soruya karşı koymak istiyordu ama kelimeler boğazına düğümlendi.  

— Kendimi kadın gibi hissediyorum… Ruhum kadın. Allah ruhlara mı bakar, bedenlere mi?  


Adam ona uzun uzun baktı, sonra başını eğip mırıldandı:  

— Allah ruhlara bakar, evet… Ama insanlar buna bakmaz evladım. Bu sokakta seni yakarlar.


Bu sözler üzerine yutkundu ama geri adım atmadı. Sırtı dik bir şekilde yürümeye devam etti.  


Aklında tek bir düşünce yankılanıyordu: Bedenle sınanan inanç, ruhu çürütür müydü?



III


Yaşlı adamın "Bu sokakta seni yakarlar," sözü beyninde yankılanırken gözleri doldu. Yutkunmaya çalıştı ama o düğüm boğazına oturmuştu bir kere. Başını eğip susmak istedi ama içindeki yangın buna izin vermedi.  

— Zaten yakıyorlar… dedi hıçkırığına engel olamadan. Bir adım geri çekilip eliyle gözlerini silmeye çalıştı ama yaşlar durmuyordu.  

— Bu şehirde bana ne verdiler ki? Fuhuş… Sadece fuhuş! O da lütuf gibi. Normal bir iş bulabilir miyim? Hayır. İnsan gibi yaşayabilir miyim? Hayır. Bir travestiye başka ne hak tanırlar ki? Temiz bir yaşam mı? Namus mu?  


Adam şaşkınlıkla dinliyordu. Bastonuna daha sıkı yaslandı.  

— Eylül Cansın… dedi sesi boğuklaşarak. — Adını bilir misin bilmiyorum. Kendini öldüren bir travesti. Köprüden atladı. Kimse ona bir hayat şansı vermedi. Ne bir iş, ne huzur… Ailesi bile kabul etmedi. "Ölümlerimizi bile layık görmüyorlar insanca." demişti bir gün. O da intiharı seçti.  


Gözyaşları yanaklarından süzülürken sesi daha da titredi.  

— Ben de mi kendimi öldüreyim? Yoksa sabredip Allah’a mı yöneleyim? Ama onlar buna bile izin vermiyor. Allah’a yöneleyim diyorum, şu hâlime bak. Şuradaki adamlara bak. Bir taşla peşime düşmeye hazırlar. Allah onların mı yoksa benim mi?  


Adamın yüzünde bir gölge belirdi. Derin bir nefes aldı ve gözlerini yere dikti.  

— Ben… dedi tereddütle,

— Sana başta önyargıyla yaklaştım. Elimden gelmedi. Ama şimdi bakıyorum da… Sen, buradakilerin çoğundan daha fazla inanıyorsun. Onların göğsünde Allah değil, kibir oturmuş. Ama senin kalbinde gerçekten O var gibi...  


Bu sözler etraftaki diğer cüppeli adamların dikkatini çekti. İçlerinden biri öfkeyle yaklaşıp yaşlı adama sert bir şekilde bağırdı:  

— Ne diyorsun sen Hacı? Böylelerine cesaret verirsen caminin eşiğini bulamayız yakında! Allah'ın kitabında bunların yeri yoktur!  


— Allah'ın kitabını sen mi yazdın? dedi yaşlı adam öfkeyle. Bastonunu yere vurdu. — Belki de ben değil, sen tövbe etmelisin! Kalbin taş kesilmiş. Onun kalbi senden daha yumuşak!  


— Sen de sapıtıyorsun artık! diye bağırdı cemaat üyesi. İnsanlar başlarını kaldırmış tartışmayı izliyordu. Aralarındaki tansiyon giderek yükseliyordu.  


Travesti olduğu yerde kalakalmıştı. Tartışmayı gözyaşları içinde izledi. Ellerini sıkıyordu ama ne yapacağını bilemiyordu. 


 Bedenlerin değil, ruhların çarpıştığı bu dünyada hep yenilen o olacaktı.


Gözyaşları arasında mırıldandı:  


Allah beni duyuyor mu? Yoksa kulakları da onlar gibi mi sağırlaştı?


Sokağın sonunda belirsiz bir sessizlik vardı. Ama içinde bir kıvılcım yanmaya devam ediyordu. Aklından tek bir cümle geçti:  

İnsan kendini kurtaramazsa, belki Allah kurtarır. Ama önce inancına sahip çıkacak cesareti bulmalı…


IV


Dayanamayıp geri döndü. Adımları hızlanırken ayak bilekleri titriyordu. Arkasında hâlâ tartışan adamların sesleri vardı. “Allah'ın kitabı…” diyorlardı, “haram, günah” diyorlardı.  Allah'ın adını öyle hoyratça ağızlarına alıyorlardı ki sanki sokakta satılan ucuz bir meta olmuştu.


Sokağın sonunda tekinsiz gölgeler belirdi. Kaldırım kenarında bir sigara izmariti ezildi. Birkaç adam duvara yaslanmış, ellerinde bira şişeleri, sigara dumanları arasında kaybolmuşlardı. Biri onu gördü, dudaklarının arasından pis bir ıslık yükseldi.  

— Ooo, bizim tesettürlü de piyasaya düşmüş ha! Hacıya mı gittin, mürit mi arıyorsun?  


Biri kahkaha attı, diğeri omzuna vurdu.  

— Bu memlekette herkes fahişe zaten! Ama senin kılık tam ödüllük. Gece parti, sabah cami! Vallahi sistem çökmüş kardeşim!  


Yüzünü buruşturdu ama hızla uzaklaştı. Arkalarından gelen kahkahalar kafasının içinde yankılanıyordu. Sokaklara bir türlü sığamıyordu. Adımlarını hızlandırdı, daha hızlı… İçindeki ses bağırıyordu: Bu dünya travestiler için bir mezar ama mezar taşı bile dikmiyorlar üzerimize. Gömmeden önce tecavüz ediyorlar ruhumuza. 


Bir köşe başında yere çöktü. Ellerini dizlerine dayayıp nefes almaya çalıştı. Çırpınan bir kuş gibi soluğu yetmiyordu. Kaldırım taşında kurumuş bir kan lekesi vardı. Kim bilir hangi geceden kalmıştı. Kim bilir kim kaybolmuştu bu sokaklarda. Burada her iz bir trajediydi ama kimse dönüp bakmazdı. Fuhuş yapınca “pislik” derler, yapamayınca “ucube” derlerdi. Allah'ı mı ararsın burada? Allah bile korkup kaçmıştır bu mahalleden.


Başını ellerinin arasına aldı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Fısıldar gibi konuştu:  

— Ya Rabbi… Bunların Allah'ı var da benimki yok mu? Eğer varsa… Neden bana senden bile kaçmam gerektiğini öğretiyorlar?  


Yere çakılmış gibiydi. Ağlarken dudaklarının arasından bir cümle döküldü, belki de kimse duymasın diye Tanrı’ya fısıldıyordu:  

Bana kimse merhamet etmiyorsa, sen de mi etmiyorsun Allah’ım?


Gözyaşlarıyla kalktı, sokakların arasında kayboldu. Sadece bir şey belliydi artık:  


Belirsizlik bu şehirde Tanrı'nın bile çözemediği bir muammaydı.

6 Şubat 2025 Perşembe

bir hiçliğin kenarında

"Başucumda geçmişten, bir resim var, 

Girip içinde kendimi, dövesim var, 

Ne bir nefes, ne de bir hevesim var, 

Dönerim derim dönemem, dönesim var, 

Yaşayalım deme, bu gece, ölesim var" -Can Bonomo


Poyraz her sabah olduğu gibi kahvesini yarı bayat ekmek kırıntılarıyla içti. Elinde tuttuğu kupa, babasının ona üniversiteyi kazandığı yıl hediye ettiği kupaydı. "Dünyayı değiştir oğlum," demişti babası, gözlerinde parlak bir umutla. Ama kupanın üzerindeki yazılar zamanla silindiği gibi, Poyraz'ın dünyayı değiştirme ihtimali de silinip gitmişti. Şimdi bir oturma odası köşesinde, kahvesine tütün kokusu karışırken kendini bekleyen tek şey belirsizlikti. 

Çevresine ve kendine dokunursa ne âlâ, ya da insanlar ona dokunursa.

"Hayatta bir kapıyı çalarsın, cevap veren yoksa kapıyı kırarsın," diye bir cümle geçti soyutluğundan."Ama benim yumruk yapıp çalacak kapım bile kalmadı." 

İki yıl önce işinden olmuştu. Bir yayınevinde redaktörlük yaparken yazar olma hayallerine tutunuyordu. Kendi şiirlerini yazıyor, içsel krizlerini öykülere döküyordu. Ama işler kötüleştiğinde önce maaşı kesilmiş, sonra da yayın kurulundan çıkarılmıştı. O günden sonra şiirler onun tek kurtuluşu olmuştu. Ama şiir yazmak kira ödemiyordu. Şiirler gökyüzüne fısıldanıyor, ama market kasasında yankılanmıyordu. 

İki parmağıyla çenesini sıvazladı. Yanağındaki sakallar kirli bir kış yığını gibiydi. Yazı masasının üzerinde biriken kitaplar ve buruşuk kağıtlara bakarken içini acı bir huzursuzluk kapladı. Kaç dosya göndermişti yayınevlerine... Cevap bile vermemişlerdi. Kelimelerinin kimse için anlamı kalmamış gibiydi. 

“Şehirde şiir öldü ama kimse yasını tutmadı,” dedi kendi kendine. 

Pencerenin önünde durdu. Hava yine griydi. Gri ve ağır. Şehrin göğsüne oturmuş bir taş gibi. Melis'in gittiği o soğuk akşamdan beri sanki her şey aynıydı. Kendi yıkımına alışmanın garip bir hafifliği vardı. Hayatta insan bir noktada başarısızlığını sahipleniyordu. Poyraz artık romantik umutlara değil, kendine sarılıyordu. 

Üstelik Melis sadece bir isimdi artık. Anılarının içinde sessizce dolanıyordu ama artık onu suçlamıyordu. Belki de haklıydı. Melis modern bir masal istiyordu; Poyraz ise sadece eski, tılsımını kaybetmiş bir yazardı.

Masasına geri oturdu. Bir şiir yazmaya başladı: 

> Zz

"> Ellerim cebimde boşluktan medet umdum,  

> Şehirden bir iz geçer, insan bir hiç olur, 

> Düşlerinde bile kaybedersin. "


Yazdıklarını okudu. Biraz buruk ama gerçekti. Gerçek… İnsan gerçeğin içinde boğuluyordu bazen ama boğulmamak da yorucuydu. Kendi kendine yine bir aforizma fısıldadı: 

“Gerçeği görenler uyum sağlayamaz. Yalancılar mutluluğu icat etti.” 

Telefonuna bir bildirim düştü. Banka hesabı bildirimiydi. "Mevcut bakiyen:0.01 TL." Gülümsedi istemsizce. İnsan parası bittiğinde trajediyle komedi arasında ince bir çizgide yürüyordu. 

Cebinden eski, buruşuk bir bilet çıkardı. Metronun biletiydi bu. O gece Melis'in ardından istasyona gidip gelişi güzel bir trenle gitmek istemişti peşinden ama olduğu çimentoda bir demir gibi saplanmıştı durağa.

O an bir karar verdi. Evet, cebinde nakit yalnızca dokuz lira vardı ama bu şehrin onu daha fazla yutmasına da izin vermek istemiyordu.

Kalktı. Eski bir defter aldı. İçinde yazdığı ama yayımlanmayan onlarca metinle doluydu. Bunları kime satabileceğini bilmiyordu ama artık denememek için bir bahanesi kalmamıştı. 

Kapıyı çarpıp çıktığında havada soğuk bir nem vardı. Şehir griydi ama umutsuz değildi. Yaşamak dediğin biraz da çaresiz bir meydan okumaydı. "Kaybetmek," dedi kendi kendine, "başlı başına bir sanattır. Ve ben artık bu sanatın ustasıyım." 

Yürürken dudaklarının arasında hafif bir gülümseme vardı. Geriye bir tek gerçek kalmıştı: "Bir gün kaybetmek bile yeterince romantik gelir."

Poyraz adımlarını hızlandırdı. Şehrin kalabalığına karışmak tuhaf bir ferahlık hissi uyandırıyordu. İnsan yalnız kaldığında tüm dünya üzerine çullanıyordu ama kalabalığın içinde yalnızlık daha hafifti. Yüzlerce insanın arasında kimsenin seni tanımaması bir tür özgürlüktü.  


Metro girişine yaklaştı. Turnikelerden geçerken elindeki buruşuk bileti okutup yürümeye devam etti. Rayların serin kokusu ve florasan ışıklarının titrek aydınlığı arasında bir an durdu. Sanki dünya yavaşlamıştı. Karşı duvarda rastgele yazılmış bir grafiti dikkatini çekti:  


"Bu şehirde ya kaybedersin ya unutulursun."


Gülümsedi. Kaybetmek ve unutulmak… İnsan hangisini seçebilirdi ki? Belki de ikisi aynı şeydi. Tren gürültüyle perona yanaşırken bir anlık dürtüyle bindi. Gideceği yer belli değildi ama bu bir fark yaratmıyordu. Bazen hareket etmek yeterliydi.  


Tren ilerlerken pencereden şehrin griliğine baktı. Yağmur taneleri cama vuruyordu. İnsanların yüzleri donuktu; kimisi telefon ekranına, kimisi pencereden akan manzaraya dalmıştı. Poyraz yanındaki boş koltuğa çantasını koyup defterini çıkardı.  


Bir şiir yazmaya başladı:  


"Trenler geçer içimizden  

Düşlerimiz raylara serilir sessizce  

Gidemediklerimiz yük olur,  

Gittiklerimiz ise silinir zamanla."


Kalemi duraksadı. Şiirleri bile artık kendisine teselli vermekte zorlanıyordu. Ama yazmak hâlâ nefes almak gibiydi. Onsuz yapamazdı. Defteri kapatıp iç çekti. Pencereden dışarı baktığında şehrin kararan ışıkları ona bir şeyler fısıldıyordu. "Burada kalma," diyordu sanki. "Başka bir yer bul."  


İlk kez bu kadar net hissetti. Şehirden gitmek istiyordu. Burası artık onu kabul etmiyordu ya da o buraya ait olmayı başaramamıştı. Yine de gitmek o kadar kolay değildi. İnsan yalnızca mekânlara değil, kayıplarına da tutunuyordu. Poyraz, Melis'in yokluğuna bile alışmıştı artık. Onun bıraktığı boşluk bir yara olmaktan çıkmış, karakterinin bir parçası olmuştu.  


Tren bir sonraki istasyonda durdu. Kapılar açıldı. Kalabalığın arasında bir kadın bindi. Kırmızı paltolu, gözleri yorgun bir kadın. Melis değildi ama bir an Poyraz’ın kalbi küt diye attı. Hayat bazen geçmişi yüzüne vurmakta ustaydı. Ama kadın yanından geçip başka bir koltuğa oturduğunda Poyraz’ın içindeki sıkışıklık da geçti.  


İnsanın hayatına iz bırakan insanlar vardı, evet. Ama hiçbir iz kalıcı değildi. Melis'in anıları bile zamanla pörsüyordu. Onun bıraktığı hüzün bile artık bir alışkanlığa dönüşmüştü.  


"Belki de kaybetmek dediğin şey, bir tür yeniden doğuştur," diye mırıldandı. Kendi sesinden cesaret buldu. "Belki bu şehir beni kaybetti, ama ben kendimi bulabilirim."  


Tren son istasyona ulaştığında Poyraz yerinden kalktı. Yolda yavaşça yürürken yağmurun şiddeti artmıştı. Ama bu sefer umursamadı. Islak sokaklar ve kirli kaldırımların arasında yürürken yüzüne çarpan soğuğa rağmen içinde bir kıvılcım vardı.  


İç cebinden defterini çıkarıp bir not düştü:  


"Kaybetmek bir lütuf olabilir. İnsan her şeyini kaybettiğinde ancak özgürleşir. Belki de yaşamak, her şeye rağmen bir aforizma uydurabilmektir."

Poyraz yağmur altında yürümeye devam etti. Sokak lambalarının sönük ışıkları ıslak kaldırımlara vuruyor, arnavut taşları karanlık bir hikâye anlatıyordu. Cebindeki son parayı nasıl harcayacağını düşünüyordu. Yarım ekmek mi alsa, yoksa çay mı içse? İkisini birden alamayacağını biliyordu. İnsan fakirleştiğinde en basit tercihler bile trajediye dönüşüyordu.  


Tam o sırada gözüne bir duvar ilanı ilişti. Solmuş kağıda yapıştırılmıştı ama yağmura rağmen hala okunabiliyordu:  


"Yaratıcı içerik yazarı aranıyor! Şiirsel anlatım yeteneği olan, farklı bakış açıları sunabilen biriysen, tam da seni arıyoruz! Detaylı özgeçmişini gönder ve ekibimize katıl."


Altında bir e-posta adresi vardı. Poyraz istemsizce bir kahkaha attı. “Şiirsel anlatım yeteneği mi?” diye mırıldandı. "Ah, kardeşim… Şiir sokaklarda öldü. Onu mezarından çıkaracak kimse kalmadı."  


Yine de bir an düşündü. Belki başvurmalıydı. Belki bu kez işler yoluna girerdi. Ama hemen ardından içini o tanıdık umutsuzluk kapladı. Defalarca başvurmuştu böyle işlere. “Biz size döneriz,” denmiş ama kimse dönmemişti. Yaratıcılığı değil, sistemin çarklarına uyan itaatkâr yazıcılar arıyorlardı.  


Başını iki yana salladı. "Ben ne zaman bu kadar yenik oldum?" diye sordu kendine. Belki cevap aramaktan da yorulmuştu. Bob Dylan’ın sesi kafasında yankılandı:  


*"How does it feel… to be on your own… with no direction home?"*  


Evet, işte tam olarak böyle hissediyordu. Kendi evinden kopmuş, yönsüz ve sersem. Sokaklar bile artık ona tanıdık gelmiyordu. Şehrin ritmi onu dışlamıştı. Ama yine de yürümeye devam etti. Başka ne yapabilirdi ki?  


Bir köşeyi döndüğünde karşısına eski, ışıklı bir tabela çıktı: "Kral At Yarışı Ganyan Bayii". Bu yer hâlâ kapanmamış mıydı? Melis’le zamanında buradan geçerken hep dalga geçerlerdi. "Kim hayatını at yarışına bağlar ki?" diye gülmüştü Melis bir gün.  


Şimdi Poyraz, o cümleyi hatırlarken acı bir ironi fark etti. Kim hayatını at yarışına bağlardı? Belki de kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan insanlar bağlardı.  


Kapının önünde biraz tereddüt etti ama sonra içeri girdi. Havadaki sigara dumanı boğucuydu. Duvarlardaki ekranlarda koşan atların görüntüsü titriyordu. Masalarda birkaç yaşlı adam ellerinde biletlerle bağırıyordu. "Haydi be oğlum! Bitir şu yarışı!"  


Bir köşeye oturdu. Cebindeki bozuk paraları çıkardı ve masaya serdi. Burası hayatın en dip noktasının bir izdüşümüydü. Yine de buradaydı.  


Bir an kendi kendine gülümsedi. "Belki ben de bir ata bahse girmeliyim," dedi sessizce. 


Kasaya yaklaştı. "En düşük bahis ne kadar?" diye sordu.  


"On lira," dedi kasadaki adam gözlerini ekrandan ayırmadan.  


Poyraz’ın yüzü asıldı. Cebindeki dokuz lirayla buraya bile ait değildi. O an kasvetli bir gerçek tüm hücrelerine doldu. Bu şehirde şiir gibi kaybediyordu ve artık bunu bile romantik bulmuyordu.  


Çıkarken son kez ekrana baktı. Koşan atlar, bitmeyen yarışlar… İnsan yaşamı da böyle değil miydi? Hep bir yere varmaya çalışıyordun ama aslında hep aynı yerde dönüp duruyordun.  


Kapının önünde durdu. Yağmur durmuştu ama hava hâlâ serindi. Cebindeki dokuz lirayı avcunda sıktı ve kendi kendine fısıldadı:  


"Bir at yarışı bileti kadar değeri olmayan bir hayat... Ama yine de yarışmaya devam ediyoruz."

Poyraz ganyan bayiinden çıktıktan sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. "Eve dönüp yarını mı yaşayacağım?" diye sordu kendine.Şehir ıslaktı, çok ağlamış bulutlar hava bütün melankolisiyle ona eşlik etmişti. Karalar bağlamıştı bulutlar düğüm düğüm. 


Cebindeki dokuz lirayı hâlâ sıkıyordu. O para bir çay bile etmiyordu.  


Kafasında yankılanan düşünceler boğuk ve bulanıktı. Her şeyin üzerine bindiği bir anda insan ya isyan ederdi ya da teslim olurdu. Poyraz isyan etmekten çoktan vazgeçmişti. Geriye yalnızca sessiz bir teslimiyet kalmıştı.  


Boğaz Köprüsüne doğru yürümeye başladı. Adımlarını fark etmeden hızlandırıyordu. Yağmurun izleriyle ıslanmış taşlarda ayak sesleri yankılanıyordu. Kafasının içinde Dylan hâlâ çalıyordu:  


"How does it feel?" 

https://open.spotify.com/track/3AhXZa8sUQht0UEdBJgpGc?si=uJivfBYzTj-zHgPnX4m1zQ


Gerçekten nasıl hissettiğini bilmiyordu. Belki de hissetmemek daha iyiydi. Köprüye yaklaştığında rüzgar suratına sert bir tokat gibi çarptı. Burası, hayat ile ölüm arasındaki en ince sınırdı. Gecenin içinde akan ışıklar, şehrin soluk nabzı gibi titreşiyordu.  


Demir parmaklıklara yaklaştı. Ellerini hafifçe demire koydu ve aşağı baktı. Boğaz’ın karanlık suyu dalgalarla kıpırdıyor, kendisine fısıldıyordu sanki. Bir an için sessizlik her şeyi sardı.  


"Düşsem..." diye düşündü Poyraz. "Her şey bitse... Borçlar, beklentiler, işsizliğin kemiren utancı, Melis’in artık hatırlanmayacak yüzü... Beni bekleyen hiçbir şey kalmadı."  


Düşünce, içindeki huzursuzluğu yavaşça emiyordu. Rüzgar yüzünü okşarken parmaklarını demirden çekmeye hazırlanıyordu ki birden garip bir görüntü kafasında belirdi. Bir ölüm haberinin absürtlüğü...  


"Genç şair Boğaz Köprüsü'nden atladı. Cebinde dokuz lira bulundu."


İçinden istemsizce bir kahkaha koptu. "Dokuz lira ha," dedi kendi kendine. "Efsanevi bir varoluş trajedisi için biraz düşük bir bütçe."  


Kafasında bu düşünce büyüdükçe kahkahası artmaya başladı. Rüzgar ve geceye inat, gülüyordu. Şehrin tam ortasında, intiharın kıyısında, hayatın absürtlüğü onu yakalamıştı. Hayatta hiçbir şey mantıklı değildi, ölüm bile.  


Ellerini demir parmaklıklardan çekti ve geri döndü. Parmak uçları soğuktan donmuştu ama bu umursadığı son şeydi. Hayat tuhaf bir oyundu ve Poyraz artık kuralları çözmeye çalışmıyordu.  


Şehir griydi ama onun içinde yeni bir kıvılcım vardı. Belki hâlâ kaybeden biriydi. Belki şiirleri asla basılmayacaktı. Ama yaşamak kendi başına bir isyandı ve bu bile başlı başına bir zaferdi.  


Kendi kendine mırıldandı: "Belki de yaşamak sadece absürtlüğe gülmek demektir."  


Eve doğru yürürken cebindeki dokuz lirayı havaya savurdu. Rüzgar parayı sürükleyip götürdü. O paranın peşinden koşmadı. Para da onun peşinden.

Artık hiçbir şey için de koşmak zorunda olmadığını biliyor ve yine yarını yaşamayı tercih edıyordu.

30 Ocak 2025 Perşembe

bizim hikayemiz




bizim hikayemiz;

bir acve hurmasının arkasından ölmeyeceğine inanarak içilen

zehir gibidir, 


şeyhin oğlunun küfrü öğrenmesi, 


yazın yeşil bir ormanı yakan sigara, 


çiçekten korkup kaçan bir kelebek, 

denizi olmayan şehirde martı arayan bir çocuk. 


bizim hikayemizde güzel görseller yok, 

o yüzden daha iyi şiirler yazarız


bizim hikayemiz;


parasız bir ailenin evde kalan 10 adet zeytine pulbiber döküp zevk ile yemesidir, 

bir gettonun boğuk ve korkunç sesi, 

baharda karın düşmeye devam ettiği bir şehirdir. 


pazarda annesinin elinden kaçan çocuğun neşesi, 

onu annesinden alan ninenin endişesidir. 


bizim hikayemiz;

uzaklara giden bir ulağın söylemeyi unuttuğu cümle,

havuzda bile boğulan benlik, 

çimentoya basan köpek, 

üç başlı ejderin kafasına üşümesin diye takmaya çalıştığımız farklı berelerdir.


filistin'de dikenli telleri kırmaya çalışırız biz, 

meğer türkiyede üretilmiş diye şaşırırız, 

oysa aksine inandırılmıştık hikayemizde. 


bizim hikayemiz;

barbie'nin yaşlanmasıdır, 

itfaiyeci olmak isteyen charmander'dır, 

ve

artık aptallık yapmayacağıma dair sözler veren daffy duck'tır. 


bizim hikayemiz;


laik bir mahkemeye tutunan selefidir,

kilisesini satmak zorunda kalan patrik, 

rüşvet bulamayan bir memurdur. 


eski bir ütünün tutuşturduğu 3 saat sonra düğünde giyilecek olan bir gelinliktir, 

öldürdüğün adamı gömmek için kazdığın yerden başka kemiklerin çıkmasıdır, 

temel fıkrası kadar komik, 

nasreddin hoca kadar ironiktir bizim hikayemiz. 


bizim hikayemiz;

akit gazetesinin sayfalarını yapış yapış yapan bir ergendir, 

dövüş bittikten sonra gelen arkadaş desteği, 

denizden kuru çıkmaya çalışan babam gibi, 

bir düğün konvoyunun önünü tıkayan ambulanstır bizim hikayemiz. 


bizim hikayemiz;


nereden baksan tutarsız,

nereden baksan ahmakça, 

bakmazsan postmodern, 

yersen, afiyetlerdir.


https://open.spotify.com/track/4OeAOXT5DNRUJPO6phiA0d?si=Uh1D6rHTTdioV_KcDzlO5g

20 Ocak 2025 Pazartesi

senden sonra kurgusal ilerledi hayatım

son birkaç şey hatırlıyorum artık hakkında, 


newmarket'ten yazıyorum bunları da, 


inanmazsın ama bir atın üzerinde giderken anımsadım bunları. 


iyi ki çevremi dinlememişim


ve


bırakmamışım atları. 


hatırladığım şeyler hep hüzünlü, 


çocukluğumdan hatırladıklarım bile. 


hakkında hatırladıklarım ise, 


yine biraz hüzünlü


ve


biraz da ürkütücü. 


son günü hatırlıyorum mesela, 


valizin içindekileri sıkıştırmak için üstüne oturduğunu, 


fermuarı var gücümle çektiğimi, 


zar zor kapattığımı. 


'vızzztt' diye kapanmıştı, 


bir nefes alıp, 


birbirimize bakmıştık. 


bütün bir şehir ve anılar o bavula sıkışmıştı, 


farkındaydık

ve

sarılıp başladık, 

var gücümüzle son bir kez daha ağlamaya. 


ne ben bir daha sana şiir okuyacaktım, 


ne de sen bana bir daha tuhaf ve komik sesler çıkarabilecektin. 


son bir kaç saatimiz kalmıştı, 

ölmeye. 


bir kez daha sevişmek istedik, 

ama

sen 

kanıyordun. 


sürmüştük,

yatağa, 

kanını. 


çevirmiştik gülerek arkasını, 

bizden sonra yatacaklar, 

5 parmak kan görecekler, 

yatakta. 


ürkmesinler.


senden sonra kurgusal ilerledi hayatım. 


klasik bir depresyon, 

daha sonra ise mavi bir adam ile tanışmaca. 

onunla yangın söndürmece derken buldum kendimi at üstünde. 


nereye gittiğini bilmediğim, 

ucunu bucağını görmediğim bir vadi. 


öyle güzel kekik kokuyordu ki anlatamam sana. 


bırakıyorum dedim, 

'neyi?' dedi. 


herşeyi dedim. 

bir at üstünde hayal ettim kendimi, 

önce seni bıraktım, sonra eğitimimi. 


mavi adam çok yardımcı oldu bana bu süreçte. 


arada yeşil oldu, 

bazen sarı, 

bazen ise mor oldu. 


mor olduğunda seni anımsadım yine. 


farketmiş olacak ki,

attı rengi yine maviye. 


'bırak o zaman' dedi. 

'bıraktım ya zaten' dedim. 


senden sonra kurgusal ilerledi hayatım. 


kafamda hep planlar, 

bilirsin işte, 

aynıydı dertlerim, 

sadece sen üstüne eklendin. 


ne değişti peki diye sorarsan çok şey anlatırım sana, 

ama şimdi yazamam ki buraya. 


içime her kokuyu çekmeye çalıştım, 

bir melekte dokundu hayatıma, 

'bana ihtiyacın var' dedi. 


iyileri istemem, 

kötüler beni ben yaptı. 


başta bir tereddüt ettim, 

mavi adama danıştım, 

'oğlum sen salak mısın? melekler reddedilir mi?' dedi. 


haklıydı yine, 

'iyi gel o zaman' dedim. 


2 çift kanadı ile geldi, 

kekik gibi kokmuyordu,

ama

çok güzel dokundu bana. 


bir ara küstü gitti, 

gitsin dedim, 

ne var bunda. 


senden sonra kurgusal ilerledi hayatım. 


artık yüksek seslere tahammülüm yok, 

ne kimse bağırsın, 

ne de üzülsün istiyorum. 


herkes derdini bir kere anlatsın, 

ve anlasın karşısındaki kişi, 

benim maviyi anladığım gibi.

numaranı sildim, 

ama 

hafızamda bir yerlerde duruyor. 


şimdi arasan,

anlarım sen olduğunu, 

anlatırım belki, 

hatta bir mucize ya anlarım seni, 

doğrularını, 

yanlışlarını, 

hatalarını

ve 

tutkularını. 


dinlerim mesela, 

benden sonra hemen kime inlediğini, 

ya da ben anlatırım sana, 

senden sonra nelerin ve kimlerin beni kirlettiğini,


nerelerde ürperdiğimi, 

nasıl tek başına bir çadırda üşüdüğümü,

nasıl irfan alış'ın ölümüne tek başıma üzüldüğümü, 

ve

nasıl da son paramı yine son koşuda kaybettiğimi. 


senden sonra kurgusal ilerledi hayatım. 


bir tiyatro sahnesindeymişim gibi, 

herkes beni izliyor, 

daha oyunun ortasındayken, 

ayakta alkışlıyor birkaç kişi beni. 


yahu daha oyun bitmedi, 

sonu hiç ortası gibi değil, 

yapmayın, 

etmeyin, 

diyorum 

ama

dinletemiyorum.


mutlu bitecek zannediyorlar, 

hayır öyle bitmiyor. 


merakta etmiyorlar gibi, 

alkışlayıp çıktılar dışarı. 


ben oyunuma devam ediyorum, 

sırtımı dönüyorum, 

gözlerimi kapatıyorum, 

bu sefer çok donuk bir vadi. 


sanki koca afrika kıtasında tek kalmışım gibi. 


kurak, 

ıssız, 

susuz, 

aşksız. 


aynı sana benziyor burası. 


korkuyorum, 

ama

cesaret ediyorum. 


'nasıl olsa bu benim hikayem'

diyorum. 

'istediğim gibi kurgularım, beğenmeyen ortasında çıksın'


ama bir son getiremiyorum senden sonraya, 


'perdeleri çekin, 

ışıkları kapatın, 

lütfen.'


diye bağırıyorum. 


oturuyorum, 

afrikam.


ağlıyorum, 

üstelik. 


mavi adam sahnede yok, 

iki kanatlı melek uçmuş. 


senden sonra kurgusal ilerledi hayatım. 


dilimi kaybettim, 

dinimi kaybettim, 

dizimi kaybettim. 


hepsini geri kazanmak zor oldu, 

kurguladım tekrar hayatımı senden sonra merak etme. 


şimdi umudum var yine, 

bu çöllerde, 

bir gece, 

hayatımı yeniden, 

yenmeye.


https://open.spotify.com/track/41f5rb7KBvGyfzbIYdWsdq?si=1ul2KDMqQZajyspBwP8DrQ&context=spotify%3Aalbum%3A0jkFHPQqGCMc4cUkNANAKc

1 Ocak 2025 Çarşamba

her şey değişiyor


İstanbul'a giderken her zaman bu trene binip, 

Her zaman aynı yerde inerim. 


Bir kere dalıp, yanlış yerde indiğini saymazsak tabi ki. 


Söğütlüçeşme. 

Yürüyen merdivenler zulüm. 

Git, bul. 

Nereden ineceksin? 

Hele birde yağmur varsa, 

Eyvah. 


Her basamak değişiyor,

Aşağı indikçe merdiven. 


Ya da bir değişim halisünasyonudur gidiyor. 


Zaman ne garip bir şey. 

Geçmiş artık yok, 

Şimdi yok, 

Gelecek henüz yok, 

Zaman geçiyor hepsi bu. 


Ritim değişiyor, 

İstek, tutku ve strese göre. 


Çok hızlı geçiyor, 

Ya da yavaş, 

Zaman, 

Bakış açısına göre. 


Aynı anda hem hiçbir şey, 

Hem her şey. 


Zaman mutlak, 

Bizden daha güçlü, 

Ama içinde kaybolup gitmiyoruz, 

Onu organize ediyoruz. 


Ölüyoruz, 

Ve, 

Duruyor. 


İşte bu arada bize ait zamanlar oluyor. 


Tutkunun zamanı, 

Rutin işlerin zamanı, 

Uzaklaşma zamanı, 

Ayrılık zamanı, 

Pişmanlıklar zamanı, 

Yaşlanma

Ve

Ölme zamanı. 

Bana 'seni seviyorum' dediğin zaman. 


Çabucak anlatılıp, 

Yaşanmış zamanlar. 


Bana kalırsa, 

Haklıydı, 

Herakleitos'a muhalif olanlar. 


Her şey değişiyor, 

Ve yıkanılmaz artık;

Bir nehirde, 

İki kez. 


Çıkınca gardan,

Beni karşılayan insanlar değişiyor her seferinde, 

Kokular değişiyor, 

Seyyar satıcılar bile değişiyor. 


Değişmeyen ne var ki? 


Sarıldığım kadınlar, 

En az fikirlerim kadar değişiyor. 


Asfalt, 

En az kombinlerim kadar değişiyor. 


Gözümü yumduğum anda, 

Kalbimin atışı, 

Kanın ne yöne aktığı, 

Ve, 

Duygularım. 


Bu sokakta değişmiş, 

Bir kadının çığlığından sonra, 

Giremem artık buraya da, 

Ölen kadınlar, 

Değişiyor hep, 

Öldürenler hep aynı. 


Kandırılmak isterdim hep, 

Aynı kalması hakkında her şeyin. 


Bauman haklıydı, 

Akışkan. 


Her attığım adımda, 

Değişiyorum bende. 


Şimdi her şeyi yapardım, 

Değişmemek için, 

Belki? 


Ama yalnızca, 

Kafamı yukarıda tutuyorum, 

Ve, 

Üzülmüyorum, 

Korkmuyorum, 

Yürüyorum, 

Nehirin ters yönüne. 


Biri daha gidiyor, 

Düz yönde, 

Biri daha ölüyor, 

Ters yönde. 


Siz böyle giderken, 

Ben nasıl devam edebilirim sizce? 


Yeniden heyecanı görmek umuduyla, 

Her sokak köşesinde aramıyorum artık kimseyi. 


Zira değişmememi bekliyorlar, 

Öyle umuyorlar, 

Ben değiştim, 

Nehre uymuyorum. 


Ardımda bıraktığım her yol, 

Beni herhangi biri ile gittiğim,

Yerlerden, 

Uzak kılıyor. 


Beraber keşfetmiştik buraları vaktinde, 

Birileriyle işte. 


Her keşif, 

Bana değişememeyi hatırlatıyor. 


Destan halk lokantası, 

Şekerci, 

Ucuza ayakkabı satan yer, 

Kafamda var olan sesler, 

Birçok kez kaldığım oteller, 

Burada duyduğum cümleler ve inlemeler. 


Unutmalısın, 

Değişmelisin. 


Burun, 

Ten, 

Eller, 

Göğüsler, 

Parlak gözler, 

Rodrigo'nun gitar konçertosu. 


Benden gittikten sonra onlar aynılar mı acaba? 


Benden başka ve benden başka bilen ikinci kişiler dışında kimseye birşey ifade etmeyen bu şeyleri anlatmaktan vazgeçip değişecek miyim mesela? 


Yavaş yavaş unutacağım belki de, 

Kaçacağım. 


Yolumu kaybetmek ve bulmak, 

Tamamen bana kalmış. 


Canım ne isterse onu yapıyorum, 

Herhangi birine herhangi biri gibi davranıyorum. 


Ve şimdi sevgili okur, 

Sana da güzel bir şarkı bırakıp nehrin ters yönüne yüzmeni tavsiye ediyorum.

https://open.spotify.com/track/1f6zcrtYVmCAcgxYW8rPr5?si=JtCpDNNRRvCOsJOxFSvbNA