6 Şubat 2025 Perşembe

bir hiçliğin kenarında

"Başucumda geçmişten, bir resim var, 

Girip içinde kendimi, dövesim var, 

Ne bir nefes, ne de bir hevesim var, 

Dönerim derim dönemem, dönesim var, 

Yaşayalım deme, bu gece, ölesim var" -Can Bonomo


Poyraz her sabah olduğu gibi kahvesini yarı bayat ekmek kırıntılarıyla içti. Elinde tuttuğu kupa, babasının ona üniversiteyi kazandığı yıl hediye ettiği kupaydı. "Dünyayı değiştir oğlum," demişti babası, gözlerinde parlak bir umutla. Ama kupanın üzerindeki yazılar zamanla silindiği gibi, Poyraz'ın dünyayı değiştirme ihtimali de silinip gitmişti. Şimdi bir oturma odası köşesinde, kahvesine tütün kokusu karışırken kendini bekleyen tek şey belirsizlikti. 

Çevresine ve kendine dokunursa ne âlâ, ya da insanlar ona dokunursa.

"Hayatta bir kapıyı çalarsın, cevap veren yoksa kapıyı kırarsın," diye bir cümle geçti soyutluğundan."Ama benim yumruk yapıp çalacak kapım bile kalmadı." 

İki yıl önce işinden olmuştu. Bir yayınevinde redaktörlük yaparken yazar olma hayallerine tutunuyordu. Kendi şiirlerini yazıyor, içsel krizlerini öykülere döküyordu. Ama işler kötüleştiğinde önce maaşı kesilmiş, sonra da yayın kurulundan çıkarılmıştı. O günden sonra şiirler onun tek kurtuluşu olmuştu. Ama şiir yazmak kira ödemiyordu. Şiirler gökyüzüne fısıldanıyor, ama market kasasında yankılanmıyordu. 

İki parmağıyla çenesini sıvazladı. Yanağındaki sakallar kirli bir kış yığını gibiydi. Yazı masasının üzerinde biriken kitaplar ve buruşuk kağıtlara bakarken içini acı bir huzursuzluk kapladı. Kaç dosya göndermişti yayınevlerine... Cevap bile vermemişlerdi. Kelimelerinin kimse için anlamı kalmamış gibiydi. 

“Şehirde şiir öldü ama kimse yasını tutmadı,” dedi kendi kendine. 

Pencerenin önünde durdu. Hava yine griydi. Gri ve ağır. Şehrin göğsüne oturmuş bir taş gibi. Melis'in gittiği o soğuk akşamdan beri sanki her şey aynıydı. Kendi yıkımına alışmanın garip bir hafifliği vardı. Hayatta insan bir noktada başarısızlığını sahipleniyordu. Poyraz artık romantik umutlara değil, kendine sarılıyordu. 

Üstelik Melis sadece bir isimdi artık. Anılarının içinde sessizce dolanıyordu ama artık onu suçlamıyordu. Belki de haklıydı. Melis modern bir masal istiyordu; Poyraz ise sadece eski, tılsımını kaybetmiş bir yazardı.

Masasına geri oturdu. Bir şiir yazmaya başladı: 

> Zz

"> Ellerim cebimde boşluktan medet umdum,  

> Şehirden bir iz geçer, insan bir hiç olur, 

> Düşlerinde bile kaybedersin. "


Yazdıklarını okudu. Biraz buruk ama gerçekti. Gerçek… İnsan gerçeğin içinde boğuluyordu bazen ama boğulmamak da yorucuydu. Kendi kendine yine bir aforizma fısıldadı: 

“Gerçeği görenler uyum sağlayamaz. Yalancılar mutluluğu icat etti.” 

Telefonuna bir bildirim düştü. Banka hesabı bildirimiydi. "Mevcut bakiyen:0.01 TL." Gülümsedi istemsizce. İnsan parası bittiğinde trajediyle komedi arasında ince bir çizgide yürüyordu. 

Cebinden eski, buruşuk bir bilet çıkardı. Metronun biletiydi bu. O gece Melis'in ardından istasyona gidip gelişi güzel bir trenle gitmek istemişti peşinden ama olduğu çimentoda bir demir gibi saplanmıştı durağa.

O an bir karar verdi. Evet, cebinde nakit yalnızca dokuz lira vardı ama bu şehrin onu daha fazla yutmasına da izin vermek istemiyordu.

Kalktı. Eski bir defter aldı. İçinde yazdığı ama yayımlanmayan onlarca metinle doluydu. Bunları kime satabileceğini bilmiyordu ama artık denememek için bir bahanesi kalmamıştı. 

Kapıyı çarpıp çıktığında havada soğuk bir nem vardı. Şehir griydi ama umutsuz değildi. Yaşamak dediğin biraz da çaresiz bir meydan okumaydı. "Kaybetmek," dedi kendi kendine, "başlı başına bir sanattır. Ve ben artık bu sanatın ustasıyım." 

Yürürken dudaklarının arasında hafif bir gülümseme vardı. Geriye bir tek gerçek kalmıştı: "Bir gün kaybetmek bile yeterince romantik gelir."

Poyraz adımlarını hızlandırdı. Şehrin kalabalığına karışmak tuhaf bir ferahlık hissi uyandırıyordu. İnsan yalnız kaldığında tüm dünya üzerine çullanıyordu ama kalabalığın içinde yalnızlık daha hafifti. Yüzlerce insanın arasında kimsenin seni tanımaması bir tür özgürlüktü.  


Metro girişine yaklaştı. Turnikelerden geçerken elindeki buruşuk bileti okutup yürümeye devam etti. Rayların serin kokusu ve florasan ışıklarının titrek aydınlığı arasında bir an durdu. Sanki dünya yavaşlamıştı. Karşı duvarda rastgele yazılmış bir grafiti dikkatini çekti:  


"Bu şehirde ya kaybedersin ya unutulursun."


Gülümsedi. Kaybetmek ve unutulmak… İnsan hangisini seçebilirdi ki? Belki de ikisi aynı şeydi. Tren gürültüyle perona yanaşırken bir anlık dürtüyle bindi. Gideceği yer belli değildi ama bu bir fark yaratmıyordu. Bazen hareket etmek yeterliydi.  


Tren ilerlerken pencereden şehrin griliğine baktı. Yağmur taneleri cama vuruyordu. İnsanların yüzleri donuktu; kimisi telefon ekranına, kimisi pencereden akan manzaraya dalmıştı. Poyraz yanındaki boş koltuğa çantasını koyup defterini çıkardı.  


Bir şiir yazmaya başladı:  


"Trenler geçer içimizden  

Düşlerimiz raylara serilir sessizce  

Gidemediklerimiz yük olur,  

Gittiklerimiz ise silinir zamanla."


Kalemi duraksadı. Şiirleri bile artık kendisine teselli vermekte zorlanıyordu. Ama yazmak hâlâ nefes almak gibiydi. Onsuz yapamazdı. Defteri kapatıp iç çekti. Pencereden dışarı baktığında şehrin kararan ışıkları ona bir şeyler fısıldıyordu. "Burada kalma," diyordu sanki. "Başka bir yer bul."  


İlk kez bu kadar net hissetti. Şehirden gitmek istiyordu. Burası artık onu kabul etmiyordu ya da o buraya ait olmayı başaramamıştı. Yine de gitmek o kadar kolay değildi. İnsan yalnızca mekânlara değil, kayıplarına da tutunuyordu. Poyraz, Melis'in yokluğuna bile alışmıştı artık. Onun bıraktığı boşluk bir yara olmaktan çıkmış, karakterinin bir parçası olmuştu.  


Tren bir sonraki istasyonda durdu. Kapılar açıldı. Kalabalığın arasında bir kadın bindi. Kırmızı paltolu, gözleri yorgun bir kadın. Melis değildi ama bir an Poyraz’ın kalbi küt diye attı. Hayat bazen geçmişi yüzüne vurmakta ustaydı. Ama kadın yanından geçip başka bir koltuğa oturduğunda Poyraz’ın içindeki sıkışıklık da geçti.  


İnsanın hayatına iz bırakan insanlar vardı, evet. Ama hiçbir iz kalıcı değildi. Melis'in anıları bile zamanla pörsüyordu. Onun bıraktığı hüzün bile artık bir alışkanlığa dönüşmüştü.  


"Belki de kaybetmek dediğin şey, bir tür yeniden doğuştur," diye mırıldandı. Kendi sesinden cesaret buldu. "Belki bu şehir beni kaybetti, ama ben kendimi bulabilirim."  


Tren son istasyona ulaştığında Poyraz yerinden kalktı. Yolda yavaşça yürürken yağmurun şiddeti artmıştı. Ama bu sefer umursamadı. Islak sokaklar ve kirli kaldırımların arasında yürürken yüzüne çarpan soğuğa rağmen içinde bir kıvılcım vardı.  


İç cebinden defterini çıkarıp bir not düştü:  


"Kaybetmek bir lütuf olabilir. İnsan her şeyini kaybettiğinde ancak özgürleşir. Belki de yaşamak, her şeye rağmen bir aforizma uydurabilmektir."

Poyraz yağmur altında yürümeye devam etti. Sokak lambalarının sönük ışıkları ıslak kaldırımlara vuruyor, arnavut taşları karanlık bir hikâye anlatıyordu. Cebindeki son parayı nasıl harcayacağını düşünüyordu. Yarım ekmek mi alsa, yoksa çay mı içse? İkisini birden alamayacağını biliyordu. İnsan fakirleştiğinde en basit tercihler bile trajediye dönüşüyordu.  


Tam o sırada gözüne bir duvar ilanı ilişti. Solmuş kağıda yapıştırılmıştı ama yağmura rağmen hala okunabiliyordu:  


"Yaratıcı içerik yazarı aranıyor! Şiirsel anlatım yeteneği olan, farklı bakış açıları sunabilen biriysen, tam da seni arıyoruz! Detaylı özgeçmişini gönder ve ekibimize katıl."


Altında bir e-posta adresi vardı. Poyraz istemsizce bir kahkaha attı. “Şiirsel anlatım yeteneği mi?” diye mırıldandı. "Ah, kardeşim… Şiir sokaklarda öldü. Onu mezarından çıkaracak kimse kalmadı."  


Yine de bir an düşündü. Belki başvurmalıydı. Belki bu kez işler yoluna girerdi. Ama hemen ardından içini o tanıdık umutsuzluk kapladı. Defalarca başvurmuştu böyle işlere. “Biz size döneriz,” denmiş ama kimse dönmemişti. Yaratıcılığı değil, sistemin çarklarına uyan itaatkâr yazıcılar arıyorlardı.  


Başını iki yana salladı. "Ben ne zaman bu kadar yenik oldum?" diye sordu kendine. Belki cevap aramaktan da yorulmuştu. Bob Dylan’ın sesi kafasında yankılandı:  


*"How does it feel… to be on your own… with no direction home?"*  


Evet, işte tam olarak böyle hissediyordu. Kendi evinden kopmuş, yönsüz ve sersem. Sokaklar bile artık ona tanıdık gelmiyordu. Şehrin ritmi onu dışlamıştı. Ama yine de yürümeye devam etti. Başka ne yapabilirdi ki?  


Bir köşeyi döndüğünde karşısına eski, ışıklı bir tabela çıktı: "Kral At Yarışı Ganyan Bayii". Bu yer hâlâ kapanmamış mıydı? Melis’le zamanında buradan geçerken hep dalga geçerlerdi. "Kim hayatını at yarışına bağlar ki?" diye gülmüştü Melis bir gün.  


Şimdi Poyraz, o cümleyi hatırlarken acı bir ironi fark etti. Kim hayatını at yarışına bağlardı? Belki de kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan insanlar bağlardı.  


Kapının önünde biraz tereddüt etti ama sonra içeri girdi. Havadaki sigara dumanı boğucuydu. Duvarlardaki ekranlarda koşan atların görüntüsü titriyordu. Masalarda birkaç yaşlı adam ellerinde biletlerle bağırıyordu. "Haydi be oğlum! Bitir şu yarışı!"  


Bir köşeye oturdu. Cebindeki bozuk paraları çıkardı ve masaya serdi. Burası hayatın en dip noktasının bir izdüşümüydü. Yine de buradaydı.  


Bir an kendi kendine gülümsedi. "Belki ben de bir ata bahse girmeliyim," dedi sessizce. 


Kasaya yaklaştı. "En düşük bahis ne kadar?" diye sordu.  


"On lira," dedi kasadaki adam gözlerini ekrandan ayırmadan.  


Poyraz’ın yüzü asıldı. Cebindeki dokuz lirayla buraya bile ait değildi. O an kasvetli bir gerçek tüm hücrelerine doldu. Bu şehirde şiir gibi kaybediyordu ve artık bunu bile romantik bulmuyordu.  


Çıkarken son kez ekrana baktı. Koşan atlar, bitmeyen yarışlar… İnsan yaşamı da böyle değil miydi? Hep bir yere varmaya çalışıyordun ama aslında hep aynı yerde dönüp duruyordun.  


Kapının önünde durdu. Yağmur durmuştu ama hava hâlâ serindi. Cebindeki dokuz lirayı avcunda sıktı ve kendi kendine fısıldadı:  


"Bir at yarışı bileti kadar değeri olmayan bir hayat... Ama yine de yarışmaya devam ediyoruz."

Poyraz ganyan bayiinden çıktıktan sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. "Eve dönüp yarını mı yaşayacağım?" diye sordu kendine.Şehir ıslaktı, çok ağlamış bulutlar hava bütün melankolisiyle ona eşlik etmişti. Karalar bağlamıştı bulutlar düğüm düğüm. 


Cebindeki dokuz lirayı hâlâ sıkıyordu. O para bir çay bile etmiyordu.  


Kafasında yankılanan düşünceler boğuk ve bulanıktı. Her şeyin üzerine bindiği bir anda insan ya isyan ederdi ya da teslim olurdu. Poyraz isyan etmekten çoktan vazgeçmişti. Geriye yalnızca sessiz bir teslimiyet kalmıştı.  


Boğaz Köprüsüne doğru yürümeye başladı. Adımlarını fark etmeden hızlandırıyordu. Yağmurun izleriyle ıslanmış taşlarda ayak sesleri yankılanıyordu. Kafasının içinde Dylan hâlâ çalıyordu:  


"How does it feel?" 

https://open.spotify.com/track/3AhXZa8sUQht0UEdBJgpGc?si=uJivfBYzTj-zHgPnX4m1zQ


Gerçekten nasıl hissettiğini bilmiyordu. Belki de hissetmemek daha iyiydi. Köprüye yaklaştığında rüzgar suratına sert bir tokat gibi çarptı. Burası, hayat ile ölüm arasındaki en ince sınırdı. Gecenin içinde akan ışıklar, şehrin soluk nabzı gibi titreşiyordu.  


Demir parmaklıklara yaklaştı. Ellerini hafifçe demire koydu ve aşağı baktı. Boğaz’ın karanlık suyu dalgalarla kıpırdıyor, kendisine fısıldıyordu sanki. Bir an için sessizlik her şeyi sardı.  


"Düşsem..." diye düşündü Poyraz. "Her şey bitse... Borçlar, beklentiler, işsizliğin kemiren utancı, Melis’in artık hatırlanmayacak yüzü... Beni bekleyen hiçbir şey kalmadı."  


Düşünce, içindeki huzursuzluğu yavaşça emiyordu. Rüzgar yüzünü okşarken parmaklarını demirden çekmeye hazırlanıyordu ki birden garip bir görüntü kafasında belirdi. Bir ölüm haberinin absürtlüğü...  


"Genç şair Boğaz Köprüsü'nden atladı. Cebinde dokuz lira bulundu."


İçinden istemsizce bir kahkaha koptu. "Dokuz lira ha," dedi kendi kendine. "Efsanevi bir varoluş trajedisi için biraz düşük bir bütçe."  


Kafasında bu düşünce büyüdükçe kahkahası artmaya başladı. Rüzgar ve geceye inat, gülüyordu. Şehrin tam ortasında, intiharın kıyısında, hayatın absürtlüğü onu yakalamıştı. Hayatta hiçbir şey mantıklı değildi, ölüm bile.  


Ellerini demir parmaklıklardan çekti ve geri döndü. Parmak uçları soğuktan donmuştu ama bu umursadığı son şeydi. Hayat tuhaf bir oyundu ve Poyraz artık kuralları çözmeye çalışmıyordu.  


Şehir griydi ama onun içinde yeni bir kıvılcım vardı. Belki hâlâ kaybeden biriydi. Belki şiirleri asla basılmayacaktı. Ama yaşamak kendi başına bir isyandı ve bu bile başlı başına bir zaferdi.  


Kendi kendine mırıldandı: "Belki de yaşamak sadece absürtlüğe gülmek demektir."  


Eve doğru yürürken cebindeki dokuz lirayı havaya savurdu. Rüzgar parayı sürükleyip götürdü. O paranın peşinden koşmadı. Para da onun peşinden.

Artık hiçbir şey için de koşmak zorunda olmadığını biliyor ve yine yarını yaşamayı tercih edıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder