26 Aralık 2020 Cumartesi

2020 Yılında Okuduğum Kitaplar

 Merhaba gençler :)


2.kitaba hazırlandığım şu dönemlerde bir gelenek olarak bu yılda okuduğum kitapları sizler ile paylaşmak istedim, fakat yorumlamaya vaktim olmadı. 

Belki ilerleyen dönemde Youtube kanalımda böyle bir yorum videosu çekebilirim.


Umarım önümüzdeki yıl 'Her güne bir film ve en az 100 kitap' hedefime ulaşır, sizler ile paylaşırım.


Bol kitaplı yıllara, umarım herkes için çok verimli bir yıl olur!!!


OCAK

1-Ebu Zer (Yaşar Nuri Öztürk)

2-Kısa Türkiye Tarihi (Sina Akşin)

3-Satranç (Stefan Zweig)

ŞUBAT

1-Ben Hep Senin Yanındaydım (Nejat İşler) 

2-Mutluluk ve Yaşamın Kısalığı Üzerine (Seneca) 3-Yaşlılık Üzerine (Cicero)

 4-Ivan İlyiç’in Ölümü (Tolstoy) 5-Üç Tarzı Siyaset (Yusuf Akçura)

 6-Koçi Bey Risalesi 

7-Felsefenin Kısa Tarihi (Nigel Walburton) 

8-Sorularla Osmanlı İmparatorluğu (Erhan Afyoncu) 

9-Eğitmen Olarak Schopenhauer (Nietszche)

MART

1-Açlık (Knut Hamsun)

NİETSZCHE ARASI

2-Deccal 3-Ecco Homo 4-Böyle Buyurdu Zerdüşt 5-Üst İnsan 6-İyi ve Kötünün Ötesinde 7-İnsanca Pek İnsanca 8-Putların Alacakaranlığı

NİSAN

1-Batı Felsefesi (Bertrand Russell)

2-60’lar 

3-70’ler 

4-80’ler 

5-90’lar

MAYIS

1-İslam İnsan Mevlana Tasavvuf (Nurettin Topçu)

 2-Tasavvufun Kurana Arzı (Fereç Hüdur)

3-Tasavvufun Kökeni (İhsan İlahi Zahir)

4-Tenkitname (Bekir Çift)

5-Candide (Voltaire)

HAZİRAN

1-Eroin Güncesi (Kanat Güneri) 

2-Hayatım Harbiden Roman (Mehmet Kartal)

3-Tımarhane Günlüğüm (Sibel Torunoğlu)

4-İlk Yarı 10-0 (Fatih Kaynak)

5-Postmodern ve Küresel Eğitim (Mahmut Tezcan) 

6-Okulsuz Toplum (Ivan Illich)

7-Ezilenlerin Pedagojisi (Paulo Freire)

8-Japon Eğitim Sistemi (Makoto Aso)

TEMMUZ

1-Ben Nesli (Jean Twenge)

2-Finlandiya Eğitim Modeli (Pasi Sahlberg)

3-Beat Kuşağı (Harvey Pekar)

4-İdeal Öğretmen (Grigory Petrov)

5-Bir Delinin Ot Defteri (Küçük İskender)

6-Zorunlu Eğitime Hayır (Catherine Baker)

7-William Blake Anarşistmiydi? 

8-Anarşistler Ne İster?

 9-Özgür Eğitim  (Joel Spring)

AĞUSTOS

1-Köy Enst. Dosyası (Ahmet Özgür Türen)

2-Vitrinde Yaşamak (Nurdan Gürbilek)

3-Arifiye Köy Enst. (Karabey Aydoğan) 

4-AKP,Sunni Ulus ve Cemaat (Fatih Yaşlı)

4-Ölüm Kitabı (Kaan Ökten)

5-İntihar (Edouard Leve)

EYLÜL

1-Yeni Bakış Açısıyla Dünya Tarihi (Clive Pointing)

2-Albert Camus (Hamza Celalettin Okumuş)

3-Azap Çeken Ruh (Emirhan Süzük)

EKİM

1-Müptezeller (Emrah Serbes)

 2-İnsanın Merak Yolculuğu (Kerem, Umut Kına)

3-Umutsuzluğun Doruklarında (E.M Cioran)

KASIM

1-Kırk Güzel İnsan (Fahri Tuna)

2-Alengirli Şiirler (Ali Lidar)

ARALIK

1-Metastaz 2:Cendere (Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu) 

2-Garanti Karantina (Murat Menteş) 

3-Ah Muhsin Ünlü (Onur Ünlü) 

4-Rasyonel Şizofreni (Batuhan Dedde) 

5-İntihar Şiirleri (Sefa Kaplan)

6-Taşları Yemek Yasak (İsmet Özel) 

7-Müzakereler (Deleuze) 

8-Stalin’i Anlamak (Kemal Okuyan)

 9-Michalengelo (Hayalperest Yayınları)


22 Kasım 2020 Pazar

Sana Eski Bir Sevgili Gibi Bakıyorum Covid

 Arkadaşlar merhaba yazıya geçmeden önce, bu yazıyı okuduktan sonra bir süre ikinci kitaba hazırlanacağım için paylaşım yapamayacağım gibi duruyor, biraz birikim yapmam gerek :)

İyi okumalar...


Gece yatağımızda yatarken çok farklı bir sabaha uyanacağımızın farkında değildik.

Ay, güneşi kovalarken ve güneş yavaşça ondan kurtulurken, sabah haberlerinde spikerin ağzından çıkan bir cümle bizi evlerimize hapsetti.

Foucault yaşayıp bu çağı görseydi, herhalde birde aynı bakış açısı ile 'Virüsün Tarihi' kitabını yazar ve bu virüsün insanları nasıl değiştirdiğini,devletlerin bizi nasıl kontrol ettiğini ve diğer kitaplarında anlattığı gibi nasıl da robotlaştığımızı çok güzel bir şekilde gösterirdi.

Virüsten önce başlayan savaşlar,gariban mültecilerin yaşadıkları,çevreye verilen zararlar...

Hepsi görünmeyen bir şey ile yok olmuştu?

Peki bu görünmeyen şeyden korkarak kaçan insanoğlu görünmeyen diğer şey olan ve hakikatin sahibi olan Rabbin emirlerinden nasıl olur da kaçıyor ve gizlendiğini sanıyordu?

Dünya sadece görünmeyen ancak laboratuvarlarda gözlenen bu virüsün yanında görünmeyen diğer şeylerden de muzdaripti.

Sevgi,saygı,aşk,hasret,özlem...

Bu güzel duyguların yerini artık maddi kaygılar almıştı.

Nietszche'nin yıllar önce yazdığı 'Güç İstenci' artık tekrar üzerine düşünülmesi gereken bir konuydu. Öyle ki, yazar bile bu kadarını tahmin etmemiştir.

Tüketim bu virüsle beraber zirvesini yaşıyor,insanlar kendilerine yeni kimlikler yaratıyorlardı.

Kimi kendini geliştirmeye adarken, kimisi ise daha çok bencilleşiyor ve tüketim toplumunun getirdiği endişeler ile kimseyi düşünmeden stok (lar) yapıyordu.

Bulutsuzluk Özlemi'nin o meşhur şarkısı 'Üretmeliyim,üretmeliyim,üretmeliyim' diye başlar ya şimdilerde o şarkıyı bir de 'Tüketmeliyim,tüketmeliyim,tüketmeliyim' diye okumalı.

'Peki Emirhan, bu virüs bize hiç bir şey mi öğretmedi?' diye soracak olursanız bende size 'Öğretti' derim.

Bir ihtiyarın yalnız kalma acısını öğretti,

Zindanda ki bir suçlunun özgürlüğe susamasını öğretti,

Ali Şeriati'nin şu dizelerini hatırlattı tekrar:

“Ey özgürlük!

Seni seviyorum.

Sana muhtacım.

Sana aşığım.

Sensiz yaşam zordur.

Sensiz bende yokum.

Varım, ama ben yokum.

Yani o var olan ben değilim.

Ben, sensiz boş, anlamsız, şaşkın, avare, ümitsiz, kalpsiz,

ışıksız, tatsız, beklentisiz, intizarsız, beyhude yani bir hiç olacağım."

İyilerimiz için paylaşmanın değerini öğretti,

Köşemizde oturan unuttuğumuz Hacer teyzeyi hatırlattı,

'Çocukların sesleri ne kadar güzelmiş halbuki' dedirtti,

Oturup düşündürttü, okutturdu, yazdırdı.

Ama en güzeli de evdekileri hatırlatıp 'Dil' ile iletişim kurmayı sağladı.

Sana eski bir sevgili gibi bakıyorum Covid.

Bazen teşekkür ediyor, bazen ise hiç hatırlamak istemiyorum.

10 Kasım 2020 Salı

Meditasyooonn var Yogaaa varrrrrrrrr!!!

 Merhaba sevgili okur.

Bugün konumuz başlıktan anlaşılacağı üzere 'Meditasyon ve Yoga' 

Ama ne açıdan inceleyeceğiz? Tabi ki bana göre meditasyonu açıklayıp bir kaç tavsiyenin yanında, bu işin de artık kapital bir hal alması olarak inceleyeceğiz.

Fakat yazıya geçmeden önce size bir güzel haberim var.

Bir kaç gün önce bloga 'Karanlık' diye bir yazı atıp yorumlamanızı,geri dönmenizi istemiştim.

Sanırsam en son baktığımda şanslı olan 38 kişi yazıyı okumuştu.

Yazı bi kaç saat kaldı ve daha sonra sildim. Böyle yapma sebebim benimde beklemediğim bir şekilde bir yayınevinden gelen ikinci kitap isteğiydi.

Bende bu teklifi kabul ettim ve yayımlanmamış yazılarımı yayınevine yolladım.

En çok bugda kaldığım yazı ise 'Karanlık' olduğu için sizin okumanızı istemiştim, dönüşler olumluydu.

Yine merak eden olursa mailime yazmanız veya sosyal medya hesaplarımdan ulaşmanız yeterlidir.

Şimdi konumuza geri dönmemiz gerekirse biliyorsunuz ki başta da belirttiğim gibi tüketim hastası olan toplumumuzda 'Zen', 'Yoga' veya 'Meditasyon' artık kapital bir hal almaya başladı ve asıl bağlamından koparılarak elitlerin veyahutta sadece merak edenlerin zevk noktası haline geldi.

Ben bu sömürüyü ikiye ayırmayı tercih ediyorum:

1)Kapitalist Sömürü 2)Dert ve Yanlışlar Sömürüsü

Bunlardan beni en çok rahatsız eden tabi ki birincisi.

Hippi gibi giyinmek, davranmak artık neredeyse lüks, bunu benim gibi tarz ve hayat biçimi olarak benimsemiş olanlar çok iyi anlayacaklardır :) 

'Buddha' heykelleri artık çeşit, çeşit şekilde neredeyse her yerde satılmaya başlandı. Sadece heykelleri değil, tabloları, halıları, hakkında uydurulmuş kitaplar, aksesuarlar, tütsülükler, meditasyon müzikleri ve kıyafetler...

Şekilciliğin zaten bol bol öne çıktığı dönemimizde 'Buddha' da kurban olarak seçildi.

Tabi ki Buddha'nın kendi heykelcikleri ve resimlerinden öte 'Mistik' anlayışta artık satılmaya başladı.

Bizim modern şeyhlerin sömürülerine ve mistisizm adı altında insanlara yaptıklarına hiç değinmeye gerek bile yok. Eğer bu sömürüye girersek yazı sayfalarca gidecektir.

Bir kaç gün önce bu konu hakkında yazma fikri geldiğinde etrafımda bu tarz sözleri kullanıp satan markaların ürünlerini fotoğrafladım.

Hepsi telefonumda duruyor lakin şu an buraya atmaya çok üşendim.

Örnek vermek gerekirse:

'The Mystical Light' yazılı tişörtü Mavi'de bulabilirsiniz.

'Clear Your Mind' adlı tişörtü Addax'ta bulabilirsiniz.

'Ben mükemmelim,güçlüyüm,kuvvetliyim (....) bu yüzden de hayatımı paylaştığım doğru insandır ve bana aşk ile bağlıdır' temalı defteri D&R'dan bulabilirsiniz.

'Shangri-La'da binlerce liraya kalabilirsiniz.

Tabi ki bu sömürü kıyafetler veya normal ürünler üzerinden gitse yine iyi.

'Yoga Eğitmenliği', 'Nefes Koçluğu', 'Hayat Koçluğu' adı altında binlerce lirayı cepleyen insanlar var.

Halbuki bu 'Zen' dediğimiz olay anlatmaktan öte, yaşanılması gereken bir durumdur.

Tabi ki bunu kimseden dinlemeyin, okumayın demiyorum fakat bu işi yapan insanlar bırakın aydınlanmayı para alarak yozlaşmışlardır bile. 

Buddha'nın ya da ünlü guruların çoğu bu işi para almadan anlatmışlar ve kendilerinin örnek alınmasını istememişlerdir.

Örneğin bizim ülkede bir süre baya bi sükse yapan Metin Hara'yı bu para kazanan kişiler arasında sayabiliriz.

Fakat onun da foyasını Enis Doko şu yazısında ortaya çıkarmıştı okumanızı tavsiye ederim: 

https://www.sabah.com.tr/pazar/2017/07/30/new-age-sahtekarliklari-ve-bosa-cikan-umitler

Ülkemizde giderek artan bu tipler ve yoga salon sayıları yüzlerce, binlerce insanı tuhaf düşünceler ile zehirliyor ve onları para tuzağına düşürüyor desek yeridir.

Bu konularda dikkatli olmakta fayda var, para ile eremezsiniz arkadaşlar.

İkincisi ise bu işin sömürüden çok bireylerin duygusal olarak yaklaşım gösterdiği 'Dert ve Yanlışlar Sömürüsü'dür.

Burada kişi kendinden başka kimseyi yormasa,sömürmese de buna o ismi vermemin sebebi yine dolaylı olarak yukarıda anlattığım yerlere gitmesi ya da izlemesi.

İnsanlar hayatlarında bir çok defa yanlış kararlar verebilirler, bu kararlarından pişman olabilirler ve kendi içlerinde (dışarıya karşı öyle olmasalar bile) derin bir suskunluğa gömülebilirler.

İşte böyle bir halde, böyle bir arayıştayken başvurdukları ilk şey meditasyon veya yaptığı şeyleri  düşünmek, hataları üzerinde çözümler üretme arayışına girmektir.

Bu kişilerin gerçekten meditasyona ihtiyaçlarının olup olmadığını anlamaları biraz zor bir süreçtir.

Çünkü meditasyon o problemli kişiye göre bir kaçış yoludur fakat meditasyon gerçekten bir kaçış yolu mudur?

Kişilerde olan bu kaçışın ana sebebi aslında ikili ilişkilerde başlayan problemlerdir.

İlişkilerde insanlar birbirlerine karşı empati duygularını kaybettiğinde, duygularının ne durumda olduğunu merak etmemeye başladığı veya saygılarını kaybettiği anlarda problemler başlar.

Artık insanlar bu durumlarda birbirlerini dinleyemez; stres, hüzün, endişe, güven problemi ve hayır diyememe korkusu başlar.

Bu süreçten sonra bu ilişkiler ya menfaat ilişkisine dönmeye başlar (menfaat ilişkisini problemli günlerde, problem yaşatan kişinin tatlı olmaya başladığı yerleri gözlemleyerek anlayabilirsiniz. Bu ilişkilerde problem çıkartan kişi ilişkiyi yeni insanlara açar,direkt çözüm odaklı olmak yerine başkalarına anlatarak bunu büyütür. Bilinçli taraf olarak siz bu durumlarda sessiz kalın, hatanız varsa özür dileyin fakat kendinizi sömürtmeyin.) ya da sonlanır, durum fark edildiğinde kaçmak her iki insan içinde en iyisi olacaktır, ya da enerjisini daha çok harcayan insan için.

Tabi bu durumun tersi de olabilir, bir şeyleri düzeltmeye çaba gösteren kişi bir süre sonra kendini yormamak, düşüncelerini değiştirmek için uzaklaşabilir.

İşte böyle durumlarda asıl olan şey meditasyon yapmak değil, somut olan ilişkilerinizi karşıdaki kişiyi gözlemledikten ve rahatladıktan sonra düzeltmektir.

Pekiiiiii bu iki durumda (özellikle ikincisi) bize meditasyon yaptırtmayacaksa nedir bu meditasyon? Nedir bu zen?

Bir kere sizin düşünsel olarak nerede olduğunuzu kimse kolay kolay bilemez, olduğunuzu olmadığınızı bilemez.

Dolu olanı kimse dolduramaz.

'Yol (do) sen neredeysen orada başlar.'

Araya Alan Watts'ın 'Yol' hakkında güzel bir yazısını serpip devam edeceğim:

herhangi bir "yol" yok. kimse yol'u bilmiyor.

var olan tek yol gökyüzünde uçan bir kuşun bıraktığı iz: işte şimdi görüyorsun, şimdiyse görmüyorsun.

hayat hiçbir yere gitmiyor, ulaşılacak hiçbir şey yok. bütün çaba ve açgözlülüğünüz, eriyen avuçlarınızla bir dumanı kavramaya çabalamaya benziyor. hepimiz kayıp haldeyiz, doğduğumuz andan itibaren boşluğa fırlatılmış durumdayız; ve varacağımız tek yol unutulup gitmek.

bunları bir anlığına olsa da anlamak, pesimizm, umutsuzluk ve nihilizmin kucağına düşmeden mümkün müdür? meditasyon, psikanaliz, dianetik, raja yoga, zen budizmi, psikoloji, tüm bunların mutluluğa giden yol üzerinde kendimizi oyalan sayısız kapandan birkaçı olduğunu kabul edebilmek çok zor; en son hangisinin üzerinden sıçrayıp kendimizi hiçliğe bırakarak kurtaracağız?

eğer bu tabloyu iyice görüp anlayamazsak, asya felsefesindeki, hinduizm'de, budizm'de, taoizm'de söylenen diğer her şey kapalı bir kitap olarak kalmalıdır. yapabilecek hiçbir şeyin olmadığını bilmek, başlangıçtır. birinci ders, pes etmektir.

peki o zaman ne olur? kendinizi pek de aşina olmadığınız bir zihin durumunda bulursunuz: sadece izlemek. hiçbir şeyi elde etmeye çalışmadan, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan, hiçbir şey aramadan, gevşemek için çaba harcamadan, sadece amaçsızca izlemek.

Andan sonra ne olacağı hakkında birşey söyleyemem. bir sonuç için söz vermek, bir umuda tutunmak, buradaki bütün ana fikri berbat eder. eski bir uzak doğu deyişi "seyrettiğin çaydanlık asla kaynamaz" der. insan bedeninin istem dışı gerçekleşen eylemleri arasında, özellikle kaygılı bir haldeyken, olması için çaba gösterdiğimiz sürece bir türlü olmayan bazı eylemlere hiçbirimiz yabancı değiliz, unutulan bir ismi hatırlamak, uyumaya çalışmak, hatta seksüel haz gibi. bunlar gibi, ancak ve ancak gerçekleşmesi için çabalamıyor olmak koşulu ile gerçekleşecek bir şey vardır: zen budizmi'nde buna "satori" denir, "ani aydınlanma".


Alan Watts'ın bu alıntısından sonra onu ve Eckhart Tolle'u okumanızı tavsiye ederim. Jim abimizi de etkilemişlerdir.

Ayrıca Sadhguru'yu da tavsiye ederim.

Hayatımızı bir deniz olarak görmemiz gerekiyor. Deniz üzerinde ve altında nasıl bir sürü şey taşıyorsa bizde bir sürü şey taşıyoruz.

Hayal kırıklığı,cahillik,üzüntü ve aklınıza gelen bir çok şey.

Bunları üzerimizde taşımak önemlidir, hepsini bilmek ve hepsini kendi içimize çevirmemiz gerekir.

Karşımızdaki zıt insanın da bizim bir yanılsamamız olduğunu anlamalı, her zaman bir uzlaşma yolunun olduğunu unutmamalıyız.

Kendimize göre kesin doğrular belirlemek, birini sebepsiz üzmek, dost kalamamak, kusursuzu aramak, gücü önemsemek, maddi dünyada kaybolmak, en özel anlarımızda (ilişkilerimizde, dostluklarımızda, önemli hayat kararlarımızda) başka insanların fikirleri ile kafamızı doldurmak ve kişileri yüce görmelk (ki fikir almayın deme sebebim de budur. Örneğin size ilişkiniz hakkında fikir veren biri kendi ilişkisinde aynı şeyi yaşadığında affedip size verdiği karar ile sadece sizi üzebilir) kendimize bu yolda yapabileceğimiz en büyük hatalardır.

'Doğru olana varmak için yanlış olanı reddetmek yetmez.'

Bu yol bireysel bir öğrenim sürecidir, geleceği bu yolda düşünmeye devam ederseniz aptallık edersiniz.

Mutsuzluğu, ıstırabı öğrenip, acı ve onun hakikatini, onun çözümünü, sona erdirmenin hakikatini ve yolun da hakikatini ancak böyle öğrenebilirsiniz. 

İnanışa göre zaten var olmayan bir dünyada dünyevi şeylerden ıstırap duymak mantıksızdır.

Herkes kendinin sığınağı olduğu için bu yolda dış bir güç aramakta manasızdır, en fazla tecrübelerden yararlanabilirsiniz. (Bu bile manasızdır)

Fakat bu tarz öğretilerde kişi hatasız biri olduğunu düşünmemelidir. İlk önce kendinizi değiştirmelisiniz, ilişkilerinizi ve insanların sizi ne kadar önemsediğini görmeniz gerekir.

Tabi ki bunu da anın içinde yapmanız gerekir. 'Zen' anın içinde olmaktır, düşünceyi yok etmeniz mümkün değildir fakat anın içinde düşünceyi durdurmak mümkündür, yanılsamalara ve endişelere aldırmadan.







28 Ekim 2020 Çarşamba

Yoruldum

 Yoruldum,

Atlas mıyım dünyayı taşıyorum,Sisifos muyum taşı itiyorum?

Acıyı mı seviyorum, mutluluğu mu arzuluyorum?

Yazmakla mı buluyorum kendimi, söylemekle mi yoruyorum çenemi?

Eski fotoğraflar da ki anları mı seviyorum, yoksa o anların sonlanmasını mı? 

Sessizlik mi gizemli yapar beni, konuşmak mı attırır kalbimi?

Dudağım dudağında mı mutlu olurum, yoksa soğuk ve kuru dudaklar mı acıtır ağzımı?

Bir vajinadan tekrar mı doğarım, yoksa elime mi batar dikenleri?

Akıllı bir bipolar mıyım, yoksa anlamını kendi yükleyen bir şizofren mi?

Devrimci mi olayım da bütün duyguları devireyim, Derviş mi olayım da bütün dünyayı kendime dar edeyim?

Dağda münzevi mi kalayım, şehirde serseri mi olayım?

Parliament rengi bir gecede mi balkondan atlayayım, yoksa sabah uyandım diye başımı duvara mı vurayım?

Toprak mı olayım, gökyüzü mü?

Aşkın ta kendisi mi olayım, yoksa aşık olup kelime mi olayım?

Tuvalet kağıdı olup yeni götler mi tanıyayım, yoksa el sabunu olup bir katilin elindeki kanı mı temizleyeyim?

Firavunun kedisi olayım ya da yalvarayım İsis'e, Süleyman'ın asası olayım ya da bir kurt tarafından yenileyim.

Bir gitar teline nota olayım, ya da bir klarnete hüzün.

Ne olayım? Ne olacağım bilinmez.

Ama yoruldum. Hayalimi yaşamaktan, ya da yaşamaktan kaçmaktan.

Sorulardan, kategorize edilmekten ve ötesinden.

Anlatmaktan, yanlış anlaşılmaktan, kalem açmaktan, tuşlara basmaktan, deftere yazmaktan, mürekkep koklamaktan.

Koca bir çöldeyim ama ne bir serap umuyorum ne de ortada bir çiçek var.

Sadece birileri var, güler geçer gider.

Sadece birileri var, ağlar durur titrer.

Bir de Allah var güler, belki ağlar ama beni izler.


25 Ekim 2020 Pazar

Hayatım,Hayatın ve Ölmeye Mecbur Aşklar


 

Bu sabah Gülce Duru’nun ‘Yalnız’ şarkısının alarm sesi ile uyandım. Şarkıdaki yol sözleri beni çok fazla gaza getirmiş olmalı ki sessiz sedasız planlayıp gerçekleştirdiğim doğu gezisinin verdiği yorgunluk bile hala yola çıkmama engel değil.

Herhalde bu sıralar biraz gezeceğim. Ankara,Eskişehir belki memleketim…

Saat 2’yi geçiyor,epey geç uyanmışım,ilk öğünümü kaçırdım. Mardin’de çok güzel bir kızla tanıştım.

Beni o dolaştırdı. Esmer,çok güzel kaşları ve kirpikleri olan yeşil gözlü ayırt edici bir siması olan kızdı.

Belki o beni uyandırabilirdi,gezdirdikten sonrada küçük bir not vermeyi unutmadı ve eğer tekrar gelirsem kendisini bulmamı söyledi. Umarım bulurum, hiç bilmediğin bir yerde hiç tanımadığın bir insanla tanışmak böyle güzel anılar bırakabiliyor ardında.

Fakat ülke şartlarında kadınların bu konuda daha şanssız olması beni üzüyor. O kızda diğer kızlarda böyle uzak yerlerde kendilerini bir şekilde korumak zorunda.

Bu tarz şeyler düşüncelerimde genelde çakıl taşı rahatsızlığı uyandırıyor.

Dün gece kafamda bu yazı taslak olarak varken birkaç filozofun aforizması da kafamda dolanıyordu. Tabii ki başta hepinizin artık neredeyse ‘yeter ulan bu adamı sömürüyormusun ne yapıyorsun?’ diyeceği Schopen abimizin.

Eh sevgi bazen sürekli düşündürür.

Düşündümde niye Kur’an için böyle bir aforizma kitabı yapılmasınk  Canımın sıkkın olduğu saatlerde

İnşirah suresi bana şifa gibi gelir,Duha suresi de öyle.

Peygamberin hikayesini ve bu ayetleri beraber düşününce bazı acılarım en azından o an için diner.

Acıları tamamıyla terk etmek benim yapabileceğim bir iş değil zira.

Neden çok anlatma,yazma isteğim var bazen bunu da düşünmüyor değilim. Hayatımı bu blogda sürekli imgelerle,hikayelerle anlatmaya çalışıyorum fakat konuşurken dertlerimi anlatmaktan kaçınan biri olsamda burada içimi dökmekte acılarımı hafifletiyor.

Herhalde birşeyler ortaya koymak beni ölüm  ve intihar düşüncesinden biraz da olsa uzak tutuyor.

Depresif olduğum ve ne yapacağımı bilmediğim bazı anlarda bu düşüncelerim birbirine karışır ve karşımdaki bir şey söylediğinde genelde ‘kem,küm’ moduna girerim.

Sanırsam bu karşımdaki için kötü bir durum olsa da aynı kişiler öyle olmayınca da bazen sesli gülmemden bile rahatsız olabiliyor.

İnsanlar beni,seni,sizi her zaman yargılayabilecek birşeyler bulup bahaneler üretebilir. Kişi kendisiyle doluysa ve kendisini tanıyorsa ona yeterlidir. Bedeni zenginlik maddi zenginlikten daha ötedir.

Böylece herşeyden soyutlanabilir insan ‘dünyanın içindeki şeylerden’ kızgınlıklardan,bilimden bu dünyadaki her şeyden kendi kendimize ölebiliriz,birşeyleri aşırı dert edinmek,içselleştirmek zaten kişinin ölmesidir.

Neden yaşadığını bilememek, ya da neden ölmek istediğini bilememek bile aslında ölmeye yeterlidir.

İnsan ölümü istediği ve onla yüzleştiği anlarda pişmanda olabilir. Ölüm böyle bir duygudur.

Senin varolup yok olman dünyanın bu dertlerinin ne kadar absürt olduğunu gösterir,dünya absürttür.

Yeni gün kavramı da absürttür. Kimsenin yeni güne uyandığı falan yoktur,yeni gün aslında dünün devamıdır ve size yine aynısını getirecektir.

O yüzden herhangi bir şeyi çok umursamadan serkeş bir hayatı tercih ederim ve bundan da memnuniyet duyarım. Kişiliğini yok sayma hali bende bulabileceğiniz en son şeydir.

Herhangi bir şey için yok saydığımda ise büyük bir savaş veririm kendimle günlerce…

Korkarak uyanırım,dün rüyamdan içime birşeyler çekerek uyandım mesela.

Mardin’de ise yine beynimin boşaldığı ve burnuma güzel bir kokunun geldiği birkaç saniye yaşadım, herhalde bazen deliliği önden tadıyorum,bu durum devam ederse dünyanın sefaletinden kurtulabilirim.

Şuan nasıl isem öyle delirmek şartı ile delirebilirim. Sürekli gülmek,şen şakrak olmak,insanlara neşe vermeye çalışmak ve çok daha fazla konuşmak. Zaten hayatınız bazen ‘dolmak’ anlamında deliliğe ilerlemiyorsa o hayatın çokta değerli olduğunu söyleyemem.

Kendi ruh halimin bu aralar nasıl olduğunu yeterince tasvir ettiğimi düşünüyorum.

Biraz daha dünya hayatına ve o klasik yakınmalarıma,bir süredir yaptığım gözlemlerime dönmek istiyorum.

İnsanlar artık böyle yaşama ideallerinden vazgeçmeliler. Sürekli bir koşuşturma ve sürekli bir üzülüş.

Neden sürekli birşeyler yapmaya ve aslında ‘insanlardan kopmak istiyorum’ deyip kendi egolarına sarılırlar ki?

Herkes bir huzur ve dinginlik içinde bir pembe olan bir mavi olan bazen ise kırmızılaşan bu göğün altında içten bir şekilde yaşasa olmaz mı? Bu senin ve benim için de iyi olmaz mı?

Yok olacağız ve yapılması gereken ne var? Bunca kişiyi üzmek ve deli gibi çabalamak niye? Zaten var olmayan ‘hayal’ kavramı için mi? Sessizlik duygumuzu yitirmeyelim,sessizlik uyumsuzluk değildir.

Sessizlik konuşmamakta değildir.

İnsanlar ‘şimdi’ de yaşayamadığı için bu halin nasıl bir hal olduğunu artık anlayamazlar.

Yalnız başınayken ‘Melankolik’ ruh hali bu anlatmak istediğime örnek verilebilir.

Fakat bu yalnızlık ve ruh haliyle kendinizi,sessizliğini sorgulamak sizi şeytanda yapabilir tanrıda.

Toplumumuz ne yazık ki yazının gidişat halini bozacak olsa da ‘gerizekalı’ insanlar ile dolu değil sadece.

Aynı şekilde onları savunan ‘gerizekalılar’ ile de dolu. Böyle bir toplumda konuşmak,sessiz kalmamak sizi insanlara ‘Egoist’ gösterecektir.

Ne yazık ki bahsettiğim dingin ruh halini bu insanlar algılayamayacak ve sizin onlara aktardığınız şeyler dolayısı ile ‘egoist’ görüleceksiniz.

Bizim toplumumuzda ‘elit’, ‘entelektüel’ insanlar bu yüzden sevilmez ve ‘çok konuşuyor’, ‘insanları aşağılıyor’ vs. zannedilir (Sıkıcı,muhabbetin asla düzgün gitmediği bir yerde konuştuğumda genel olarak ‘çok konuşuyor’ ilan edilirim mesela)

Oysa insanlar yukarıda saydığım hırslarından dolayı kendilerini ne kadar aşağıya çekiyorlar asla farkında değiller.

Bu insanlar sadece inanırlar bazı şeylere fakat bilmezler. Körün görmeye,sağırın duymaya inandığı gibi inanırlar. İnanç insanın gelişimindeki en büyük engeldir.

İnsan anda yaşayamadığı için kendini birşeylere köle eder,diğer insanların düşünceleri ve gelecek kaygısı onlar için birer kanca olmuştur ve kanca insan bedenini yırtar.

İnsan böylece denge merkezini bulamaz ve karışık bir ruh haline evrilir,geçen yazımda değindiğim ‘Kaybedenler Kulübü’ filmindeki sahnenin devamında Zeynep, Kaan’a:

‘Ya seni babamla tanıştırırsam ve programı dinlerse?’ diye sorar hararetli ve kızgın bir şekilde.

Kaan’da ‘E tanıştırma’ o zaman diye cevaplar. Zeynep programı eleştirir ve sürekli ‘Seksten bahsediyorsunuz’ der ve Kaan yine ‘Program sence gerçekten bu mu?’ diye sorar.

Zeynebin ruh hali burada yukarıda söylediğim şeyleri özetler niteliktedir,ilk defa tanıştığında çok heyecanlandığı bu adam artık onun için bir gelecek endişesi taşımaya başlamış ve şimdiyi unutmuştur.

‘Ben senden sorumluyum’ kafası ile hareket ederek insanlarla tanıştırmaktan bahseder,programını eleştirir ve insanları düşünerek kendi kişiliğini yok saymaya başladığından (kişiliğini yok sayma durumu ciddi bir sorundur. İnsanların verdiği fikirler sizin fikirlerinizin önüne geçtiği anda sürekli kendinizi kandırmaya ve onların söylediği kalıba uymaya çalışırsınız. ‘Sen çapkın birisin galiba’ dendiğinde kişi kendini öyle hissetmeye başladığında hiç yapmayacağı şeyleri yapmaya hiç söylemeyeceği şeyleri söylemeye başlar) Kaan’ı da kişiliğinden soyutlamaya,değiştirmeye çalışır.

Kimi böyle sorunlar vardır kişileri batırır ve yalnızlaştırır hatta yorar.

Yorulunca kişi hayattan ve kişilerden uzaklaşır. Bu iyi bir seçenek midir? Bence tartışmaya açık.

Fakat gözyaşı sadece yalnızken yüzü yakar.

Bu acılar birikince bir süre sonra unutmak keşfedilir,insan ne kadar acı biriktirirse içinde o kadar çok unutur,normal insanlar bir çok şeyi unutmaz.

Bazıları ise gereksiz bir çok şeyi unutur,tartışmaz bile. Hangi acıyı biriktireceğiz o da önemli bir konudur. Acı kıyası yapılamayacak bir şeydir.

Yukarıda değindiğim absürd hayat felsefesi her şeyi zıttına çevirir. Hayat dediğim gibi acıdır ama aynı zamanda değildir. Hiç bir şeye izin verilmez ama aynı zamanda verilir de. İster uğraşın ister uğraşmayın fakat siz ne seçerseniz seçin daha önce seçtiklerinizden daha iyi olmayacaktır.

Her şey saçmadır ama aynı zamanda mantıklıdır. Her şey hem gerçek dışıdır hem de gerçektir.

Her yaptığımız şeye bir sebep bulabiliriz ama aynı zamanda bulamayız. Neden o zaman sevinelim ve üzülelim?

Bunların ne anlamı var? Terk etmenin,yanında olmanın,bilincin,bilinçsizliğin,egoya sarılmanın,egoyu sarmanın vs.

Bu yazıdan önce yazdığım ‘Kustum-3’ yazısını yine güzel sayıda okumuşsunuz,o seriyi sevdiğinizi biliyorum.

Eksik kaldığını düşündüğüm bazı yerleri tamamlamak,konuyu bu yazı bağlamında eleştirmek ve üzerine düşündüğüm aşk konusunu da bu yazıya katmak istiyorum.

Gerek yaşım,gerek ise çevrem ‘Aşk’ konusunda yukarıda saydıklarımı hiçe sayıyor ve düzensizleşiyor.

Bu konuda benimde bir çok hatam oldu fakat iyi dersler çıkardım,çıkarmayad devam ediyorum.

Aşk, cehennem-zaman-huzur-ahiret-ölüm-depresyon vs gibi tanımlanamayacak bir şeydir.

Günümüzde bahsettiğim hırs,gelecek kaygısı vs. de insanları ‘aşk’tan soğuttu gibi seziyorum. Onu da tüketimin merkezi haline getirdik.

Çarşaf gibi kadın değiştiren erkekler, maddiyat aşığı kadınlar (herhalde artık Porsche’si olan birini bulmak piyangoyu tutturmaktan daha zor) Tabi bunlar ilkel güdülerdir. Bu liste uzar gider. Kadınların güç,erkeklerin dolgun vücut istemesi vs. bunlar günümüzde artık evrimleşmiştir. Nafaka ilkel bir güdünün sonucudur ya da artık kaslı bir erkek yerine yetenekli bir erkek arzulamak. Erkekler kadınları güzelliğine göre değerlendirirken kadınlar daha çok statü güç vs seçerler. 1.58 boyundaki İskender’e aşık olanda vardı,Ted Bundy’e mektuplar yazan kadınlarda. Bu ilkellikler ortaya çıktıkça çiftler birbirini yarışa bile sokabilir. ‘Onun var bizim niye yok?’ ya da ‘Arabamız olsun arabamız yoksa biz eksiğiz ve bunu sen yapmalısın’ veyahutta ‘Bu kadın ne kadar güzel sen niye bakım yapmıyorsun’ gibi kıyaslar,yarışlar,düğün gösterisi…

 Ya da erkeklerin cinsel güdüleri. Bu cinsel güdüler oyunları bile cinselliğe çevirmeye meraklı.

Twister,şişe çevirmece bile artık günümüzde bir oyundan öte cinsel bir hikayeye başlangıç olarak sayılıyor.

Schopenhauer’ın söylediği ‘Cinselliği yumuşatmak için aşk ismini kullanırız’ lafı aşağı yukarı haklı fakat eksik bir tespittir. Lakin bu herkesin aşk tanımına göre değişir.

"Aşk heyecanda doruktur? Peki ya cinsellik? Cinsellikte doruklara tırmanmaz mı? Eşsiz bir yüksekliğe çıkarmaz mı insanı? Öte yandan, aşkı cinsellik olmadan düşünmesek de adına aşk dediğimiz bu tuhaf olay, cinselliği bilincin merkezinden kovar. Sevilen kişi içinizde büyür, o arınmış haliyle kafanızdan asla çıkmaz,cinselliği gerçekten olmasa da en azından öznel olarak merkezin dışına taşıyan bir aşkınlık, bir yakınlık halesiyle bezenmiştir. Cinsiyetler arasında ruhsal bir aşk değil, sevilen kişinin bir ruhsallık yanılsaması yaşatıncaya dek sizinle özdeşleştiği bir dönüşüm yaşanır."

Aşk,aşık olmak ya da ayrılmak yazmak için güzel bir motivasyondur. Aşkın günümüzde anlamını yitirmeye başlamasının sebebi bir şeyi yaşadıktan sonra onun anlamını kaybetmesidir aslında.

Her şey bir an gelir ve anlamını kaybeder. Siz bundan azap duymaya başlarsınız,ayrılan kişi de aslında azap duymaya başlar.

Hiç dikkat ettiniz mi bilmem ama ayrıldıktan sonra çiftler sürekli olarak bazı sebepler ile birbirlerini suçlamaya başlarlar.

Bunun sebebi ayrılığa bahane bulmaktır aslında. ‘Sen şöyle davranıyordun,böyle davranıyordun’ gibi.

Aslında bu çözümü olan şeyler daha fazla karıştırılarak çözümsüz bırakılmaya çalışılır,kişi kendini öyle hissetirmeye çalışır. Yoksa o da bunun farkındadır.

Aynı şekilde suçlayan kişi de aynı şeylerinin kendisine söylendiğini duyar. Bunun sebebi ise yansımadır.

Kadın/Erkek birbirlerinde eksik olan şeyleri karşı tarafa addeder ya da kendisinde kötü olan şeyleri karşı tarafta bulur ve kendini suçsuz görmeye çalışır.

Ben hem hayatta hem de ilişkilerimde her zaman hatalarımı kabul etmiş,hata olmadığını düşündüğüm şeylerde ise diretmiş ya da konuyu kendimce kapamışımdır. Bu hayatta da böyle olmalı muhtemelen herkes başından beri yazdıklarımı ‘benden bahsetmiyor ya’ deyip üstüne almayacaktır, çünkü dünya ben merkezcidir. İlişkilerimde kısıtlamaktan kaçındım hatta bu bana zarar olsa bile. Aynı şekilde hayatta insanlar ile de en saçma görüşler söz konusu bile olsa tartışmayı bilmeli,tartışabilmeli.

Yansıma konusunun bir fazlası da kişilerin karşısındaki aşık olduğu bireyi yüce olarak görmesidir. ‘Yüce’ olarak gördüğü kişilerin hatasını görmemeye başlar, görmeye başladığı zaman ise tek bir eksiğini yakaladığı anda ayrılmayı düşünmeye başlar. Bunun içinde yukarıda söylediğim bahaneleri kullanmaya başlar.

Benim zamanında beraberlik yaşadığım kızlarda bunları da çokça gözlemledim. Ayrılmak istediğinde bir süre çözüm bulmaya çalışırım, eğer bulunamıyorsa veya karşımdaki istemiyorsa muhtemelen gerçekten bitirmek istediğinin ışığını aldığımda kendi yoluma giderim.

Fakat bu ayrılıklardan sonra sizin suçlandığınız şeyler muhtemelen canınızı en çok acıtanlar olacaktır.

Zira olmak istemediğiniz,olmadığınız insan olmakla suçlanır ve bu da üzüntünüzün artmasına sebebiyet verir.

Yakın dönemde bir arkadaşıma özür için yazan kız arkadaşının mesajına dönmemesi benim onu tebrik ettiğim noktalardan biridir, çünkü bu bahsettiğim ‘vicdan rahatlatmak için bahane’ durumunu kız arkadaşı da yapıyor.

Bugün izlediğim Emrah Safa Gürkan ile eşinin çok tatlı gözüken bir ilişkisi var izlemenizi tavsiye ederim.

Oldukça fazla dökmüşüm bugün içimi hayata karşı. Kaç sayfa tutar bilmem ama şuan elimde 8 sayfa dolu dolu A4 oluştu bile.

Şimdilik görüşmek üzere.

 



20 Ekim 2020 Salı

Kustum-3

 



Güzel bir şarkı,3 gündür paketi açık şekilde duran cips ve bir duman ile uzun süre sonra kusmaya geldim, kustum yazılarını seviyorum çünkü hiç bir şey düzeltmeden kalem bana ne yazdıyorsa aynen onu yazıyorum.

Ne kusacağımdan emin değilim fakat bu aralar kafamı bulandıran konu 'Güç' konusu.

Birde çok ilginç rüyalar görüyorum bu sıralar. Farklı günlerde dün ile beraber üçüncü defa aynı caminin içinde gördüm kendimi.

İlk rüyamda namaz kılarken camide akrep vardı ve korkup namazı bırakıyordum.

İkinci rüyamda bu sefer aynı camide namaz kılıyordum ve bir kız arkadaşım beni dışarıda bekliyor, namaz kılmama rağmen çağırıyordu.

Dünkü rüyamda ise aynı kız arkadaşımın annesi delirmiş bir şekilde bana namaz kılmamı öğütlüyordu.

Ayrıca üzerimize çamur düşüyordu, sanırsam birinin iftirasına falan uğradım ya da uğrayacağım bilmiyorum. Benim böyle acayip rüyalarım gırla.

Ha birde diyet yapıyorum, babamın gençlik fotoğraflarına bakarsam herhalde kilo almaya 30 yaşında falan başlayacağım ama ağırlık çalışması meyvelerini vermeye başladı bile bak.

Neyse güç konusuna dönelim.

Nietszche'ye göre 'güç istenci' insanın yaşama istencinden öte kendisini daha fazla güç sahibi yapmak istemesidir.

Güç insanların üzerinde delice bir etki bırakan olgudur.

Bizim gibi ülkelerde hatta neredeyse doğunun bütününde güçlü olmazsanız sizi kimse siklemez.

Ne aileniz,ne arkadaşlarınız, ne de sevgiliniz.

Birinden öç almak için bile akla değil daha çok güce ihtiyacınız vardır, ne kadar güçlüyseniz o kadar saygın olursunuz.

Ne kadar güçsüz gözükürseniz o kadar üzerinizde oynanır, o kadar aciz gözükürsünüz.

İnsanların karşısında güçsüz hissettiğiniz zaman yapılacak tek şey muhtemelen sırtınızı dönüp gitmektir.

'Erkekler Ağlamaz'ın temel motivasyonu bu ülkede 'güç'tür.

Bu güç istencini vücudumda bazen bende hissediyorum, bazen durup kendi kendime 'Ulan şu Shangri La Hotel 'de bir gün bende kalayım, boğazı izleyeyim bakalım nasıl bir hismiş' diyorum.

Bazen ise lanet ediyorum oralarda kalıp bir günlüğüne 2000 küsur lira verenlere.

Bu otelde kalmak benim için güç göstergesi olmasa da maddiyatçı toplumumuzda artık böyle.

Güçlü olmak-güçlü görünmek arasında da eğer zeki biriyseniz fazla fark yoktur.

Günümüzde insanlar genelde kendilerini güçlü göstermeyi severler.

Fakat güçlü değil, sıradan insanlardır.

Buna bir nevi imaj oluşturmakta diyebiliriz. Herkes kendi yarattığı imaja inanmaya başlıyor bir süre sonra.

Sosyal medyada kendine bir kimlik yaratan kişi asıl hayatında bunu oynayabiliyor.

'Ben böyle bir kızım eğlenir ve anı yaşarım' veya 'Ben böyle bir erkeğim clublarda koparım' diyenlerin özlerinde aslında böyle şeyler genellikle yoktur.

Bu 'Geleceği düşünmem' meselesi de bize 'umursamaz' veya 'cool' gözükmek için dayatılan iki kelimedir.

Yaşıtlarım erkeklere bakıyorum da hepsi bana eski nesillere göre çocuk gibi geliyor, sanki 14-15 yaşlarında çocuklarız hepimiz.

Fakat kadınlar her zaman ki gibi erkeklere göre daha erken olgunlaşıyorlar, çevremde bu ara kızların 'Geleceği düşünme' modası var ki sormayın.

Muhtemel yaşıtım kızlar artık kendilerine sevgili değil de koca arıyor gibi davranıyorlar.

Eğlenmek, oyunlar oynamak, gezmek vs. umurlarında değil gibi.

Ben ise üzerimde Garfield sweatimle oturup bunları yazıyorum. 

Burada ne kadar karamsar, melankolik yazsam da insanlar genelde kafa ve eğlenceli bir tip olduğumu söylerler hatta bir keresinde 'çok eğleniyoruz, top falan oynamak geliyor içimden seninle' gibi bir cümle duyduğumu anımsıyorum bir kız arkadaşımdan.

Bu beni tabi ki mutlu eden bir cümle fakat yukarıda bahsettiğim kızların bu muhabbetten pek hoşlanmayacağı normaldir.

Zira artık yaşıtım kızların bir çoğu geleceği düşünüyor ve eşlerinin üzerinden bir güç devşirme peşine bile gidiyorlar.

Bu yüzden bu dönemlerde 'keko' dediğimiz erkeklerin daha cazip geldiği erkekler tarafından bilinen bir durum olarak karşımıza çıkıyor.

Bir çok kız üniversite bitmeden bile evleniyor ya da böyle bir talip gelirse evlenirim diyor.

Bunun sebebi tamamen güç istencidir.

'Güç' konusunu böyle bir örnek üzerinden vermek ne kadar mantıklı bilmiyorum fakat aklıma gelen ilk örneklerden biri bu oldu.

Hatta geçen günlerde bir tweet görmüştüm '22 yaşında kadınlarda standartlar oluşmaya başlıyor, kendime diyorum bu aptalla da sikişme yani vizyonu misyonu yok' tarzında birşeydi.

Bunun böyle olmasının sebebi kadındaki güç istencinin 10'lu yaşlarda 'bad boy erkek sevme' olarak görülmesidir.

Fakat 20'li yaşlarda bu durum artık kendini ev, araba, para sahibi erkeğe bırakır ve artık o yaşların başında koca aranmaya başlanır.

Kaybedenler Kulübü filminde ki o meşhur 'Kadınlar dostum seni sen yapan özelliklere aşık olup o özellikleri değiştirmeye çalışırlar' cümlesinin de ana kaynaklarından biri budur.

Hatırlarsanız o filmde kadın Kaan'a: 

' Tanıdığım en akıllı en bilgili adamsın . Niye bunu harcıyorsun niye adam gibi kendini sağlama alıcak bi' şey yapmıyorsun ?

+ Başlangıçta yaptığım her şey sana heyecanlı geliyordu
- Kitapların satmıyor, radyodan para almayı reddediyorsun, fotoğraf arada bi' çekiyorsun.

Niye adam gibi bi iş yapmıyorsun 19 yaşında falan değilsin ki artık.

der ve ayrılırlar.

Bu sahne kadının kendi dışında bir güç araması ve kendine yetemeyeceği korkusundan kaynaklı bir dışavurumdur aslında. 

Böyle insanlardan intikam almanın en iyi yolu bu hayatta gücü ele geçirmektir, işte bu sebepten dolayı bazen bana 'boş iş yapıyorsun' diyen insanlardan ötürü bir güç istenci sevdası gelmiyor değil.

Allahtan kitabımız iyi satıyor da biraz dübür duruma düşürdük boş iş diyenleri ehehehehehe sayenizde.

Tabi güçlü olmak her zaman maddiyat veya fiziki yönden güçlü olmak değildir.

Bazen güçlü olmak için alçalmanızda gerekir, yorulursunuz ve dinlenmek istersiniz sırf daha güçlü kalkabilmek için.

Ya da beni ve benliği öldürmek için mücadele vermek istersiniz sırf daha güçlü olabilmek için.

Özür dilemekte bazen insanları güçlü kılar. 

Özür dilemem gereken belki daha fazla insan var ama en çok içimi acıtan bir şeyleri yarım bıraktığım insanlardır.

Aşk, arkadaşlık, flört vs. hiç  yarım bırakmam ama çok nadirde olsa olmuştur.

'Ulan bu da yolunu buldu bizi unuttu ha' dememeleri için hepsinden özür dilemek ve tekrar konuşmakta şart olur bazen.

Sizde böyle şeyler yapmaktan çekinin ve karşınızdaki ile empati yapın. Mecbur kaldıysanız bile bu hatayı düzeltmek için fırsat arayın, ben sanırsam tam vaktindeyim.

Yazımı bitirirken size kuracağım son cümle;

'Stay strong!'





17 Ekim 2020 Cumartesi

Bir Köpekle Konuştum

 Arka fonda çalan 'Yürüyorum Dikenlerin Üstünde' türküsünde Selda Bağcan'ın dediği gibi 

'Karanlık Bir Gece Yol Görünmüyor' minvalinde bir havaydı.

Bankta otururken aklımdan dünyevi sıkıntılarım, ara ara ise manevi boşluğum geçiyordu, elimde köşedeki seyyar köfteciden üç çeyrek ekmek arasına yaptırdığım köftemi yerken karşıdaki dağ manzarasına dalmış ,düşünüyordum.

Konuşacak hiç kimsem yoktu bu mevzuları.

O sırada yanıma bir köpek geldi, sabahtan beri yemek aradığı her halinden belliydi.

Gözleri bitkin, kulakları hafif sarkık şekilde karşıma oturdu.

Benimde bir dosta ve konuşacak birine ihtiyacım vardı. Hem besleyip hem de konuşmaya başladım.

+Bu dünyada seni seven, koruyan hiç kimse yok mu?

-Hav hav 

+Rızkını her zaman Allah'tan mı umarsın?

-Hav hav

+Bu kadar savaş, ölüm varken de mi rızkını ararsın?

-Hav hav

+Savaşın hiç anlamı yok değil mi senin için?

-Hav hav

+Hiç şahit oldun mu böyle ölen birine?

-Hav hav

+Peki hiç yardımcı olmak istemedin mi onlara?

-Hav hav

+Rızkını umduğun Allah sana bu duyguyu vermemiş mi?

-Hav hav

+Hiç peki aşık oldun mu?

-Hav hav

+Çocuk getirmek istemez misin yoksa bu dünyaya?

-Hav hav

+Doğru kendini doyuramazken nasıl doyurursun bir de aileni?

-Hav hav

+Evlerinde huzurla sahipleri ile uyuyan, karnını doyuran köpeklere ne dersin?

-Hav hav

+Sence onların kaderi özel mi yazılmış?

-Hav hav

+Sendemi inanmıyorsun kadere?

-Hav hav

+Kovdular mı seni hiç peki kaldığın yerden?

-Hav hav

+Hiç darbe yemedin mi bir insandan?

-Hav hav

+Ah sen gelmeden düşünüyordum bende cinslerimin davranışlarını. Sizde yok mu böyle şeyler mesela?

-Hav hav

+Hiç öteki olmaz mı sizin camiada?

-Hav hav

+Bazen konuşmak bile acı veriyor bana biliyor musun? Size özenmiyor değilim.

-Hav hav

+İnsan olmak güzel bir şey değil aslında hissedebiliyormusun?

-Hav hav

+Hep bir ekmek, yer kavgası.

-Hav hav

+Doğru sizde de var ama bu kadar değildir herhalde.

-Hav hav

+Hiç yüce olmayı düşünmedinmi? Sana imrenilmesini istemedinmi?

-Hav hav

+Mesela böyle fiyakalı elbiseler,temiz çoraplar?

-Hav hav

+Güzel arabalar,evler?

-Hav hav

+Boşa mı anlatıyorum sana bunları?

-Hav hav

+Peki hiç bilgiye ulaşmak istemedin mi? Kendinden vazgeçip kaybolmak?

-Hav hav

+Doğru sen zaten kayıpsın.

Son bir havlamadan sonra aldı başını gitti. Beni yine yalnızlığımla baş başa bıraktı.

O giderken düşündüm ki bu dert ettiğim, düşündüğüm şeyler onun için sadece bir 'hav hav'dan ibaretti.

Kendimizden aşağı gördüğümüz, tasma taktığımız hayvanlar aslında bizden daha yüceydi.

En azından 'an' kavramını anlamışlar, yemeği bulunca yemişler ve dünyayı evleri yapmışlar.

Arkasından baktım giderken, bir yeri seçip uyumuş.

Yarın ne olacağını düşünmeden, tamamen kendini Allah'a bırakıp.

Şimdi oturdum yine düşünüyorum, nasıl köpekleşebilirim?


13 Ekim 2020 Salı

Terbiyesiz Bir Öykü

 

Dün gece güzel bir film izleyip sarı kolasını yudumladıktan sonra uyumuştu.

Uyandığında her şey yolundaydı. Sabah ereksiyonu olmuş, köşedeki 'Maymunun bir gün canı sıkılmıştı ve kalkıp insan olmaya karar verdi.' sözü yerinde duruyordu.

Her gece dalarken dinlediği CD ise bitmiş ve boş bir şekilde dönüyordu.

Ereksiyonu dinmeden tuvalete gitti, oturdu sıçtı sıçarken eline telefonu aldı bir şeylere baktı ve bir sigara yaktı.

Sigarayı klozete attıktan sonra sifonu çekti.

Biraz daha oturduktan sonra kahvaltı yapmaya karar verdi ama saat 16:02 olmuştu bile.

Balkona bakıp insanları izledi, tebessüm etti ve yemek için uğraşmaya başladı.

Uğraşmak diyorum çünkü onun için bir eziyetti bu.

Yemeğini hazırlarken dalmış, geçmişini düşünmeye koyulmuştu.

Öyle bir düşündü ki gören zanneder tüm insanlık tarihini düşünüyor. Hatta öyle ki çalan kapıyı bile duymadı.

'Yaptığımız her şeyin tarih olması, öyle yazılması çok komik' diye geçirirken aklından kapı bir kez daha çaldı ama farkına varmadı.

Dün metrodayken bir kadın görmüştü, yanılmıyorsam Huzurevi durağı olması lazım.

Müptezeller gibi üçlü koltuğun en solunda oturmuş ve yaslanmıştı.

O gün soğuk ve uzun gelmişti epey ona ama yine üzerine hafif kokan bir tişört ve oldukça dar bir pantolon giymişti.

Gördüğü kadının iç çamaşırının rengini merak ediyordu içten içe.

'Böyle kadınlar ne giyer ki? Hangi erkeğe sunabilir o güzel vücudunu?' diye düşündü.

Uzun süredir biriyle olmaması da bu düşüncelerinde etkiliydi, yoksa başkası hakkında pek böyle düşündüğüne rast gelmedim ben sevgili okur.

O kadını düşünürken bu sefer telefonu çaldı.

+Alo

-Neden açmıyorsun kapıyı?

+Kapı mı? Ne kapısı?

-Şu ahşap veya demir olan evin girişlerine konulan kapı

+Ha o kapı tamam açıyorum bi saniye.

Aslında bu kadar salak biri değil. Sadece arayan kişi onu biraz şaşırtmıştı.

En son seviştiği ve hala arzuladığı kadındı.

Dünkü kadının yüzünü görmemişti, belki onun yerine koyabilir onu hem neden olmasın?

Bazıları bilir ki sevişirken farklı tende farklı kişileri düşünür insanlar, bir sevgiliye yapılacak en kötü şey bu olsa da.

Açtı kapıyı, göz göze geldiler. Uzun süredir görmüyordu onu ama farketti ki kadının suratında kendisine dair bir şeyler var hala.

Ona bakınca bir kaç dakika önce düşündüğü geçmişi geldi aklına. Karanlık olan tarafları tabi ki.

+Hoş geldin

-E hoş bulduk içeri almayacak mısın?

+Bilmem almam gereklimi?

-Rahatsızlık vermezsem eğer gerekebilir.

+Yok canım ne rahatsızlığı, yalnız ev biraz dağınık ve konuşacak pekte bir şeyim yok.

-Aslında dışarı çıkarız diye düşünmüştüm. Sadece gerekli cümleler kurarız, hatta istersen onlara da pek gerek yok. Gözlerine bakıp bir çok şeyi de anlarım diye düşünüyorum.

Bu son cümlesi çok yakınlarken kullandığı bir şiire atıftı aslında.

Bizim çocuk birden afalladı bunu duyunca tabi ki ve yüzünde bir tebessüm oluştu.

'Duydum ki unutmuşsun gözlerimin reglini, yazık olmuş gözlerden akan kana' dedi ikisi de küçük iskender'e selam işareti yaparak.

'Eh tamam madem çıkalım dışarıya'

Yürüdüler, yürüdüler ve yürüdüler.

Etraf bir kadınla olunca daha farklı görünüyor. Hele eğer onla beraber olmak isteyen bir erkekse bu kişi aklından bir çok şeyi de geçirmesi kaçınılmaz.

Nehirler, dağlar, ağaçlar, dünden beri devam eden soğuk bu kadınla beraber biraz daha tatlı gelmeye başlamıştı ona.

Zaten şikayet etme şansıda pek yok. Kadın dediğin güçlü erkeği sever.

Öyle çok fazla gülen, eğlenen adamlar bazen çocuksu gelir.

Halbuki ağzının ucunda sözyaşları birikmişti. Bir bıraksa kendini rahatlayacaktı.

Ama o sadece kadını dinlemeyi tercih etti. Kadın, ondan sonra kaç erkeği daha öldürdüğünü anlatıyordu.

Göz ucuyla kadına baktığında biraz kilo aldığını farketti. Ya da kilo almamış yağ zannettiği şeylerde öldürdüğü erkeklerin yükünü taşıyordu.

'Üşüdüm artık eve gitsek olur mu? Bu gece sizde kalsam iyi olur saat epey geç oldu'

O sabah yaşadığı ereksiyonu tekrar hissetmeye başladı.

'Olur' dedi.

'Ev biraz dağınık ama' diye tekrar uyardı.

Bu kadının bir 'sülük' olup olmadığını da düşünüyordu aslında bu kararı verirken.

Çoğu kadın sülüktü bir bakıma ona göre.

Alacağını alır, değiştirmeye çabalar ve kendine göre pis olan kanı aldıktan sonra ya çeker gider ya da dizaynına 'kendisi için sağlıklı' biri olana kadar devam eder.

En derin acılarından biri bu kadındı aslında.

Ayrıldıklarında 3.yılları yeni dolmuştu ve kadın bir anda terk etti gitti.

Bir saniye duraksadı. Kadına tekrar döndü baktı süzdü ve ayrılırlarken giydiği elbisenin üstünde olduğunu farketti.

Siyah düz bir elbise ama günlükte giyilebilecek tarzdan.

Eve geldiklerinde soyundu bizim çocuk, kadında elbisesini çıkardı ve yatağın üzerine attılar.

Elbise ile pantolonun birbirine karışması sanki olacakları gösterir gibiydi.

'Beni ne kadar özledin' diye sordu kadın.

'Eh biraz özledim' diye yanıtladı bizimki kadının dudaklarına bakarak.

Kadının dudaklarının zehirli olduğunu biliyordu ama bazı zehirlerin aynı zamanda panzehir görevi yaptığınında farkındaydı.

Dudakları o an hayati bir önem taşıyor olabilirdi.

Kadınında onu istediğini bakışlarından anlamıştı ve ne pahasına olursa olsun elbise ve pantolon da olduğu gibi sarmaş dolaş oldular.

Geçmiş 3 yılın acısını çıkarmak için öptü kadını.

Eliyle her gece bir şeyler çaldığı müzik çalarına dokundu ve bir şarkı açtı:

"Night so long, just you and me. (Çok uzun gece sadece sen ve ben)

Someday baby you'll feel free. (Bir gün bebeğim özgür hissedeceksin)

Something's wrong with you and me. (Senin bizimle ilgili bir sorunun var)

But i'm just a man. (Ama ben sadece bir erkeğim)"

Bir yandan şarkının sözlerini dinlerken bir yanda elini kadının vücudunda dolaştırıyordu.

Boynu, memesi derken vajinasına kadar indirdi elini.

Klitorisini ararken kadının bakire olmadığını anımsadı.

Sürekli bir şeyler anımsıyordu da neden ayrıldıklarını anımsayamıyordu.

Nefret ile dolu iken bu kadını yatağında ne işi vardı?

'Ağzına al dedi tüm benliğimi' hiç itiraz etmeden yaptı bunu kadın.

Çünkü adam farkındaydı kadının sadece penisini istemediğinin.

Boğazına boşaldı adam, bir nesli daha o kadının boğazına gömdü.

Zehir artık o kadının içindeydi.

Onun çocuğu ile yaşayacak düşüncesi bile kızdırmıştı aslında onu. Kadın bir kez daha isteyince 'Olur' dedi zaten vücutlar sıcaktı,hava soğuktu.

Bu sefer bilinçsizce sevişmeye devam ederken tekrar boşaldı adam.

Boşalma anındaki düşüncesizlik yerini düşüncelere bırakmıştı;

-amansız hayat

-işsizlik

-intihar

-en sevdiği filmden kareler

-geçen yaz yaptığı tatil

-kadının vajinasındaki kıllar

-dün metroda gördüğü kadının şalvarının deseni

-su içmesi gerektiği

-penisinin ucunda hala duran sperm

hiç sağlıklı değildi aslında bir erkeğin boşalırken bir şeyler düşünmesi.

+Kalk banyoya gidelim temizlen

-Teşekkür ederim beni kabul ettiğin ve bu anları yaşattığın için

kadın banyoya gittiğinde bu kadının kendisinin tam zıttı olduğunu düşündüğü zamanları geldi aklına.

Ama dedi 'galiba artık aynı şeyler için uğraşıyoruz.'

Toplumsallaşma, onlara benzemek en çok korktuğu şeylerden biri olsa da kalktı aynaya baktı ve o kadına dair bir şeyler buldu suratında.

 

 

7 Ekim 2020 Çarşamba

İlk Acılarım ve Unutma Çabam

 Geçen günler alakasız bir kağıda,alakasız birşeyler yazarken yaşadığım bir kaç acıyı hatırladım ve bunları o an ki acımdan öte hatırlamak için not aldım.

Bunlardan ilki sanırsam dedemin ölümü ile beraber ölüm kavramını keşfetmem ve sanki dedemin ölümüne değil de bu gerçeği artık kalbimde ömür boyu taşıyacağım için ağlamam.

İkincisi ilkokulda uzun boylu bir çocuğun çantamı alıp çöpe atması ve ardından hiç bir şey yapamadan eve gidip evde ağlamam.

Üçüncüsü intihar olgusunu keşfetmem ve insanların kendi iradeleri ile nasıl canına kıyabildiğini düşünmeye başlamam ve hala bunu düşünüp bazen geceleri onlar içinde kendi içimde ağlamam.

Dördüncüsü tüm bildiklerimi alt üst eden bir kitapla tanışmam ve ondan önceki hayatımı nasıl bu kadar boş geçirdiğimi düşünerek o sinirle ağlamam.

Beşincisi ise yazmayı keşfetmem ve 'neden daha önce bunu keşfedemedim' diye kendime kızıp,asıl kimliğimin yazdıklarımda olduğunu keşfetmem ve önceki rollerim için ağlamam.

Ne kadar çok ağlıyormuşum meğer.

Aslında hiç unutmam bir gün göz doktoruna gözümdeki sancıdan dolayı gittiğimde bana 'En son ne zaman ağladın' diye sorduğunda 'sanırsam sünnetimde' diye cevaplamıştım.

Doktor gülüp 'Hayatta seni üzen hiç mi bir şey yok?' diye sormuştu.

Galiba her ağlayan üzüntüden değil tamamen gözündeki sancısı gitsin diye ağlıyor.

Bende bu soruya karşılık tebessüm etmış ve dışarı çıkmıştım.

Aslında bu acıları nasıl unuttuğuma dair bir bilgim bile yok.

İnsan işte bir süre sonra unutuyor.

Sokaklarda unutuyor,içtiklerinde unutuyor (alkol kullanmam),kitaplarında unutuyor veya benim gibi yazınca unutuyor.

Peki her zaman yazıp unutmaya çalışmak ne kadar güzel olabilir ki? 

Yazmak dünyadan soyutlanmak artık konuşamamak demek.

O tadı bir kere alınca herkesi kendi hayal dünyanda sanki senmişsin gibi düşünmeye başlıyorsun.

Herkes hatasının farkına kendi varmalı, herkes seni böyle kabullenmeli, herkes seni okumalı ve tanımalı.

Tezer'in dediği gibi 'yaşadıklarımı yazmak için yaşadığımı düşünüyorum fakat bu sanki biraz bencilce' o güzel elleriyle yazdığı bu cümleyi düşününce onunla aynı kaderi paylaştığımı gün geçtikçe çok daha iyi anlıyorum.

Peki cahil olan ben miyim ki böyle düşünüyorum?

Acı vardır,acının kökeni vardır,acının kurtuluşu vardır,acının kurtuluşuna bulunacak bir sebep vardır.

Mesela Budistler bu 4'lüyü bilmeyenlere cahil muamelesi yapar.

Neyi ölçüt almamız gerektiği hakkında bir fikrim bile yok.

Belki herkesi ben gibi hissetmeliyim ya da herkes beni hissetmeli?

Sonuçta Budistlerde her şey birdir demez mi? Peki onlar neden insanlara cahil,öğrenememiş derler?

Ah gecenin bu saatinde yine sözcükler kusuyorum ama düz mü yazıyorum karışık mı hiç bir bilgim yok.

Umarım konu bütünlüğünü kavrar ve aradaki zehirli okları hayatınıza bir ayna olarak koyarsınız.

Yürüyüş yapmak bu acıları bana unutturan diğer güzel bir aktivite.

Ekim'in hafif soğuğunda güzel memleketimin deniz kenarında yürümek bana her zaman şevk ve hedeflerimi tekrar düşünme şansı vermiştir.

Sanki kapalı alanda üzerinde toprak bulunan bir ölüyken, yürüdüğümde tekrar tekrar aklıma bir şeyler geldiğinde dirilen biri gibiyim, belki de benim evim tam da deniz kenarında duran şu küçük taştır?

Ev arkadaşlarımda hemen şu yan tarafta duran travesti ve onunla pazarlık yapmaya çalışan 40'lı yaşlarını geçmiş amcadır?

Ya da bilmiyorum şu kuruyemiş satan adam da kötü birine benzemiyor. Ben kendimi bildim bileli yani o 5 acıyı yaşadığımdan beri orada o adam.

Hepsine dolaylı şahit aslında.

İstanbul'da, Beverly Hills'de ya da Fransa'nın bilmediğim bir sokağında da bu acıları unutabilirim.

Ya da bu kadar büyük bir şeye gerek yok.

İçi şu küçük sineklerden dolu olan bir tuvalete girdiğimde o korku ve endişe ile bir anda bütün her şeyi unutabilirim.

Korku ve endişe bizim gerçek acıyı unutma yolumuz olabilir mi acaba? 

Kierkegaard'da bunu demiyormuydu? Her şeyi alt üst etmedi mi hem o fikirleri ile hı?

Hava karardı saat 1:50 dışarıdan müzik sesi geliyor, ya da içimden emin değilim buna.

Şu bahsettiğim travesti acaba bedenini neden satıyor?

Benim bedenimi alacak biri yok mu mesela? Beni kurtarsa artık ve özüme döndürse.

Bu bedeni takas etsek ya biri ile?

Ama düşüncelerimi ve acılarımı da alacak!

Belki 27 yaşıma girince alır bir şeytan bakalım.

Ama bu bedenimi sevenlerde var,onlara ayıp olmasın.

Mesela kız arkadaşlarım öyle ya da böyle sevmişlerdir, annem babam tanıyamaz  bedenim değişirse beni, üzülürüm.

En iyisi acısıyla tatlısıyla kalsın şimdi. Bir de onla uğraşamam.

Üstelik anlatılanlara göre İsa çarmıha gerilmeden önce Tanrı mucizevi bir dokunuş ile onun bedenini başka birine vermiş ve asılan o olmuş.

Ya öyle bir şey olursa şimdi?

Hazır böyle yazılmışken hayatımda en iyisi böyle kalmak.

Ne değişme çabam, ne de unutma çabam başarılı olacak galiba.

Zaten bunlarla hazır yoğrulmuşken kendime yeni acılar arayıp bulamam.

Allah'ı,akılsallığı,etiği ya da insanların ne olup olmadığını tekrar arayamam.

16 Eylül 2020 Çarşamba

Kitabımız Çıktı

İlk kitabımı daha bugün elime alabildim.

Zorlu dönemler,çıldırmada zirve anları ve ölüme yaklaşmalar...

Bunları yaşadıktan,yazdıktan sonra küçük bir gülüs ile kendi kitabını koklamak,kapağına dokunmak fena bir haz vermiyor değil! :)

Peki ne yazdım ve ne anlattım?

İnsanlığın korkularını,dertlerini,problemlerini ve sıkıntılarını anlattım.

Kendimi anlattım,dünyamı betimledim,huzursuzluğumu yazdım.

Albert Camus'un 'Hayat yaşamaya değer mi değmez mi?' sorusuna cevap aradım.

Almanya'da ki münzeviyi Schopenhauer'un mutsuzluğunu irdeledim.

Kierkeegaard'ın yolundan gitmeye çalışarak 'Ya/Ya da'ları ve edebi varolusçuluğu anlatmaya çalıştım.

Yer yer karşımde Epiktetos var gibi durdum,duvarla konuştum.

Yer Yer Tezerimi düşündüm yazdım.

Ölümün,intiharın manasını aradım durdum ve bulduklarımı azap ceken ruhlarınızın azabını azaltmak için yazdım...

Eleştiri ve katkılarınıza sonuna kadar açığım. Bu yapıcı elestirileriniz ikinci bir kitaba hazırlık olacaktır,ya da simdiden bir yerlerde hazırdır bile...

Merak edip okumak isterseniz bazı şehirlerde şubelerden edinebilir ya da;

https://www.kitapyurdu.com/kitap/azap-ceken-ruh-olumintihar-ve-schopenhauer-/554500.html



Absürd dünyayı kavramanız dileği ile...