+iyi ki çocukları yapmışız en azından
-çok mu çalışıyorsun, gitsene eve karın özlemiştir seni
+yok be abi ya, nerede o vakitler. aletim bile çalışmıyor artık.
-hahahhahaha
böyle bir sohbetin ortasında bulmuştum kendimi
,
'kimsesizler oteli' belgeselindeki gibi bir otelde kalırken.
tek başına kahvaltı ediyordum.
televizyonda nat-geo karınca belgeseli, ben ve aleti çalışmayan adam ile arkadaşı.
bazen oteller beni neşelendiriyor,
kimlerle kaldığım,
ne geceler yaşadığım geliyor aklıma.
bazen ise hüzünlendiriyor,
kimlerle kalamadığım,
neler yapamadığım geliyor aklıma.
bir 'savrulmuşluk hali' içerisinde hissettiriyor bazen bana bu durum.
evsiz, yersiz, yurtsuz.
bir kız giriyor kahvaltı salonuna,
sol kolunda 'raskolnikov' yazıyor.
gece sarhoşluğu ya da sabah uykusuzluğu (ikisi de aynı şeydir nereden bakarsan bak) yüzünden rimeli de dağılmış.
ona dönüp selam vermek istiyorum.
dışarıda görünenin aksine çok çekingen bir adamım.
konuşamadım.
belki de bu yazının, bir kadın ile ilgili olmasını istemedim.
ya da bir merakın beni sürükleyeceği şeye dair bir enerjim yoktur artık.
her anlatılan hikaye,
bir kadına dokunuyor gibi görünsede pek öyle değildir aslında.
'gizli özneleri , nesneleri ve kendini farkedenler için ne ibretler vardır'
geçen dinlediğim bir programda diyorlardı ki:
'erkek kadınların hayatını anlamlandırmak için vardır.'
o cümle geliyor aklıma.
belki de o kadar da anlamlandıracak bir hayatı yok,
hayatında sadece suç ve cezayı okuyup:
'aa okuduğum ilk ve tek kitap hadi gidip bedenime dövmesini yaptırayım' demişte olabilir.
hayır bu sefer bu yazı bir kadın ile ilgili olmayacak,
ya da anlam aramayacağım kimsenin hayatında,
ya da anlam olmayacağım okuyanlara.
hep bir hedef için yazdım,
hep bir dokunuş için yazdım,
ya kendime ya da başkalarına.
sanki elime kalemi alınca peygamber oluyormuşum gibi.
kalkıyorum salondan,
odaya dönüyorum.
tame impala açıyorum.
borderline en sevdiğim şarkıları ama 'let it happen'ın 4:05-05:00 arasına bayılıyorum bu aralar.
hazırlanıyorum,
otobüse biniyorum.
tame impala mı daha iyi otobüsün retarder sesi mi ayırmak çok zor benim için.
ne güzel tek şeritten gidiyor otobüs.
kendi yolunda.
'kendi yolunda gitmeyen savrulur' diyorum içimden.
çok romantik bakıyorum bazen hayata.
halbuki iflahı sikilmiştir şöförün yorgunluktan.
dümdüz yolunda gidiyor işte.
beni de evime götürüyor.
çok acı.
her başladığım yolun bir şekilde evde sonlanması.
yolda nasıl maceralar olduğunu biliyorum halbuki.
biliyorum başıboş olmanın bazen hatta her zaman ne kadar güzel olabileceğini.
biliyorum o kızın dövmesinin de bir hikayesi olduğunu,
'aletim çalışmıyor artık' diyen adamın gülerken üzüldüğünü,
şöförün arabayı düzde tutmak için, hayatını düz tutmasını gerektirdiğinin bilincinde olduğunu,
hepsinin kendini kahraman zannettiğini biliyorum,
onları kahramanlaştıracak kişilere ihtiyaç duyduklarını da biliyorum,
peki bir insan bir insana bu duyguyu tattırmalı mıdır?
onu kahraman gibi hissettirmeli midir?
sevgisini ve merakını gösterip tüketenlerin sonu ile aynı mı olur herşey?
bu zincirin halkalarının biriyim bende.
belki birinin kahramanıyım, belki biri benim yüzümden çok değerli, çok kahraman gibi hisseden biri.
dışarıda yağmur başlamış,
ben bunları size anlatırken.
'çok kalabalık be istanbul' diyor bir amca.
aslen trabzonluymuş,buraya göç etmiş.
kalabalık diye şikayet ediyor.
yeni anne olduğu olan biri ise çocuğunu susturmaya çalışıyor,
bir genç kız ise otobüste yerde oturmuş etrafını izliyor.
biri, çoktan ayrıldığı sevgilisinin neden o çocuğu geri takip ettiğini sorguluyor.
hepsinin bir hayatı var elbet.
otelde gördüğüm kızdan daha karmaşık belki.
peki benim yazmaya devam etmek için hepsinin hayatını bilmem şart mı?
hepsini satırlarımda doğramak istemek doğal mı?
onları başta kusursuz görüp, çatlaklarını farkedince onlardan, sevgililerden uzaklaşmam normal mi?
bilmiyorum.
ineceğim yere gelmişiz,
en iyisi inmek ve biraz ıslanmak.
herkesi hikayesine ve yaşayışına bakmadan ıslatan yağmurun altında.
'yağmur'a.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder