30 Nisan 2025 Çarşamba

ben muhammed peygamber değilim

"Emirhan bana bir dosya vermişti, çok sert yazdığı için yumuşatmasını söyledim o da yumuşatmadı ve bu yüzden basamadık kitabını" (hepinizin tanıdığı ünlü bir yazar) 







"Vel Asr innel insane lefi husr" dediğinden beri Allah dünya ziyanlık içinde. 


Ve benden yumuşak söylememi istiyorlar cümlelerimi. 


Dünya bir rivayetime göre penisin ucunda dönmesini tamamlarken ve acımasızca öldürülürken yalancı Galileo kimse 'yumuşak şeyler' beklemesin. 


Duvarlara sertçe tekrar tekrar çarpmak lazım, kafan kanayana kadar iz bırakmak asıl yakışandır. 


Silahlar ağızda bir sakso aletine dönmesin diyedir çabam, 

Yoksa o kız bu kız o şarkıları benim için dinlemiş/dinlememiş değildir ilhamım. 


Çok çok olsa beş kuruş kazanmadan giden Syd Barrett için yazardım. 


Duvarlara renkli döl kutularından grafiti çizenler korkmaz kimseden, ve yazarken bende tanımam tanrıyı. 


O beni tanıyor ise ahirette bir imza dalaşı olabilir aramızda. 


Yezidi kadınların hüsran ve acısı ortada iken ne diye korkacakmışım feminist örgütlerin küfüre olan hassasiyetlerinden? 


"Bu am", " Bu göt" , "Bak bu da sik" demek incitmez kimseyi. 


Asıl inciten insanları, 

Savaşı ve intiharları romantik şiirlere hapsedenlerdir. 


9 yaşında tecavüze uğrayan kimseye acıyamam, çok isterseniz kavgaya tutuşurum. 


Aşk acısı yaşayan birinin acısını dindirmek için ona şiir vermek benim işim değil. 


Benim işim ona ayrılık acısını dibine kadar hissettirmektir.


Orospuluğu öğretmek birine, 

Ya da siktir etmek hüznü, 

Zaman zaman daha zor, 

Zaman zaman daha kolay. 


Ben ilkini tercih eder ve veririm elinize, elinizde ne hayal ederseniz. 


"Sikin kalkmaz evladım, bu kadar dert fazla" diye tavsiyeler verir, sikinin kalkmama nedenlerini anlatırım sana. 


Çok istersen, terapistin çözümün sen olduğun yalanını söyler sana. 


Sik kaldırmayan dertler kötüdür, kaldırma sorununu anlatamamak daha da kötüdür. 


Bunu anlatılmayacak hale getirenler ise "yumuşak yaz" diyen, sistemin gizli köpekleridir.


Ben demiyorum dağıt vücut sıvılarını, dağıt küfürlerini her yere diye. 


Ama kötü mü olur iyi insanlar spermlerini sabahları gözlerine sürmek yerine topluma dağıtsa ve iyi kadınlar kolyelerde taşısalar onları? 


Ben falcı değilim, 

Avutmak için seni, 

Söyleyemem o tılsımlı cümleleri. 


Daracık dünyanın dertleri, 

Kalemimden dökülürken, 

"Göğüsümü genişlet yarabbi" diye dua edemem. 


Muhammed peygamberde değilim, 

Göğüsüm genişlet yarabbi diye dua diyemem ve bir melek gelip kirleri * işareti ile sansürlemez.


İyi ki de değilim, 

Hayatı şüphelerle yaşamak çok daha güzel. 


O 'emin' olanlardandı. 


Evren benim yüzü suyu hürmetime yaratılsaydı utanırdım zaten. 


Bir Afgan'ın yakıldığı, 

Köşede mızıka çalıp ağlayan kadının geçmişte tecavüze uğradığı hikayeyi, 

Long Runner gibi bir atın sakatlandığı evren benim uğruma yaratılsa çoktan kavga ederdim yaratan ile. 


Bira içmem, 

İçeni de çok tasvip etmem ama bu değildir diliniz bardan kafelere geçince yumuşamalı. 


Madem öyle beyler, 

Alın içkinizi, 

Türkiye'den giden petrolle ölen Filistinli çocukları sikici sözlerle anlatalım müsait zamanınızda. 


Çay sizi sıkıcı yapıyorsa, biranız sikici yapsın.


Parasız gezmeyi romantize etmek yerine, otobüsün peşinden koşup son anda kaçıran adamın duraktakilere rezil oluşunu yazalım.

Gerçek olmayan düşleri romantize etmek kolaydır, aslolan utancı ve bir insanın başka insana/insanlara karşı yaşadığı buhranları anlatmaktır. 


Bu dünya annelerin sütü ile değil, babaların mecbur bırakıldığı yumruklar ile inşa edilmiş, 

Doğduğun an tokadı yer sonra Mike Tyson'a evrilirsin. 


Ben cümle kurarken dilim, 

Yazarken kalemim kanıyor. 


Aç çocukların gözlerini anlatacak bir kitaba daha rastlamadım, 

Gecenin sessizliğini bazen bir siren sesi ile nasıl bozarsa polis arabası, 

Sözcüklerinde korna olmak zorundadır. 


Sen imla ile yazarlık dersi vermeye devam et, 

Ben dünyadan intikam peşindeyim.


https://open.spotify.com/track/1Jmqubf9kGkWeYQXQKImL5?si=ucTm5cNmRFCLun1KpAgotw

10 Nisan 2025 Perşembe

karanlık zamanlarda insan kalmak




Bir yenilgi daha tattığım günlerden biriydi. 

Boğazım düğüm düğüm evin yolunu tutmuşken ileri durakta bekleyen bir kadın gözüme çarptı. 

Biri 'nasılsın' diye sorsa ağlayacak, dokunsa ise tikim tutacak ve gülecek haldeydim. 

Kadının durakta beklediği otobüs durmamıştı, kızgın bir şekilde bana dönüp "Ablacım burada durmuyor mu bunlar?" diye sordu. 

"Abla ileride bir durak daha var, belediyenin otobüsleri orada duruyor galiba" dedim. 

Sonra yoluma hiçbirşey olmamış gibi devam ettim. 

Tek olan şey benimde belediye otobüslerinin sadece o durakta durduğunu farketmem oldu. 

O an düşündüm ve bazı şeylere yine tekrardan emin oldum. 

Hayat saçma ve yine Duschamp'ın dediği gibi 'saçma' zamanla anlam kazanıyor. 

Birgün ise yaşı büyük bir tanıdığımın yenilgilerini ve geçmişini sorguladığı anına denk gelmiştim, 1 saat sonra ise hiçbir şey olmamış gibi elinde kendine (sadece kendine) aldığı bir tüp leblebi tozu ile eve döndüğünü, bana arkası, önü sokak ile cama dönük bir şekilde mutlu ruh hali ile hüplettiğini görmüştüm. 

Bu kadar karmaşa ve geri dönülemeyecek durumlar/hatalar karşısında nasıl olur da insan kalma dürtüsünü benimseyebiliyoruz?

Ya da "insan olmak", "insan olmanın özünü kavramak", "karanlık zamanlarımızda insan kalmak" nasıl mümkün olabiliyor?

Bana otobüs soran ablaya bir filmdeymişim gibi cevap vermeden geçmek, belki ondan da küfür yemek mi beni daha insan yapardı? Yoksa cevap verdiğim an mı saçmaya düştüm? 


Bugün Gazze'de, dün Ramallah'da olanlar olmaya devam ediyorken benim hergün kahve içip etrafımda bilindiğim kimliğimin üzerine insanlara neşe vermeye çalışma görevim devam mı etmeli? 


Yoksa bir sürede olsa bu kimliğimi (yani beni ben yapan bazı özellikleri) terk edip haykırmam mı gerekir? 

Hem kendime olam zulmümü, hem insanlığa zulmü. 

Kafası kopuk bedenlerde romantizm türetmek yerine, kimseyi incitmeyecek bir mizah ile mi insan kalırım bu zamanda? 


Yoksa bir yasa mı bürünmeliyim kimsenin görüp duyamacağı masalarda?

Bir aşk yenilgisinden daha çıktığımızda ne olması gerekiyor mesela? 

Soyutlanıp kendi içimize mi dönmemiz lazım, yine sevgiliye mi anlatmamız lazım, herkese acımızın büyüklüğünden bahsedip 301 genci bir anlığına bile olsa unutmamız mı lazım? 

Hangisi bunların insan özelliği? 

Nedir insanı karanlık zamanlada beşerden ayıran? 

Küçük bir kız çocuğu hayali ile yoğurulurken içim, bunun için hiçbirşey yapmadığımı farkediyorum. 

Sanki yarın 3-4.koşuda kazanacak atı bilmek daha önemli gibi geliyor bana. 

Oysa insan olmak 'doğmak, büyümek (üremek, çalışmak) ve ölmek (toplumun kabul edeceği başarılı bir ölüm) olarak anlatıldı bize. 

Hangisine önem vermem gerekir öyleyse?

"Seni seviyorum" demek ile "Yüzüne boşalabilir miyim?" hangisi daha insancıl bir soru gibi geliyor size? 

Biri diğerine bağlı olmadan devam eden bir süreç, saf/karşılıksız.

Biri ise diğerinin rızasını gözeterek izin alınan, sevginin kimine göre en saf hallerinden olan bir sevişmenin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. 

Kafka'nın, şatoya ya da mahkeme salonuna çıkamaması bize acı ya da varoluş sorgulaması vermiyor da okurken haz alıyorsak bir şeyler pek olması gibi gitmiyor demektir. 

Kim birinin bu kadar sıkışmasımdan zevk alabilir ki? 

Anlamıyorum,anlatamıyorum, seziyorum. 

Sisifos'u bir kişisel gelişim ürünü haline getiren yavşak dolu seminerlerde 'pes etmeyin, işte bakın Sisifos' diye anlatan ve Sisifos'a acımayan insanların olması da pek insansı gelmiyor bana. 

Kimse Sisifos'u örnek gösterip, gençliğinden bu yana üniversitenin koridorunu temizleyen babamı daha az bir tanrı olarak göstermesin. 

Saçma. 

Heisenberg koca bir doğayı saçma bulmuştu, 

Godot'u bekleyenler aramayı saçma bulmuştu, 

Ivan oğlunu öldürdüğünde insan olmuştu, 

Bende bu karanlık zamanlarda insan olmayı 'insancıl' kalmanın yollarını aramayı saçma bulmak üzereyim. 

Her acı, her kötü gün, her anı... 

Yanımızdan geçiyor. 

Peki ya 'insancıl'ı 'insan'dan ayıran nedir? 

Bilmiyorum.


https://open.spotify.com/track/5gF3lRbpXJQAy72XOczS1w?si=R_wMAwC8ScOV_tbeKnhygQ



6 Nisan 2025 Pazar

bakın şu çocuğa



bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

merdivenlerden yukarıya istemeye istemeye çıkarken, 

ölüme giden kaç basamak kaldığını düşünüyor, 

rüzgârın taşıdığı soba dumanına karıştıracak ona kalsa şimdi ruhunu, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabaha dair umutları sıcak havada hiç hareket etmeyen bir perde gibi, 

yıldızsız gökyüzünde kaybolan hayallerine dokunmaya çalışıyor, 

her mürekkepte biraz daha eksilen bir hikâye yazıyor, 

damıtıyor ellerine. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir fincan kahvenin dumanında geçmişinde kalanların silüetlerini görüyor, 

eski fotoğrafların sararmış kenarlarında ağlayan yüzler  

hayatın oyununda rolünü unutmuş bir aktör gibi kalıyor, 

bir replik ile unutulmaz olacağını zannetmiş. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

denizin dalgasıyla savrulan yaşam kırıntılarını topluyor, 

dalga sesi içinde bir ağıt arıyor, 

kumun arasında kaybolan sevinçlerini takip ediyor, 

onlar da plaja karışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

kışın ilk karında donmuş bir yaprak misali titriyor,  

içindeki fırtınayı bastırmak için sessizliğe sarılıyor, 

her kar tanesinde biraz daha üşüyen bir yürek taşıyor, 

ısıtmak için prometheus'u geri bekliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bahar çiçeklerinin renkleri bile ona anlamsız geliyor, 

taze yeşilliklerin kokusunda geçecek bir baharın daha acısını hissediyor, 

'bu bahar kuşlar bana konsa, ben kırılsam dal yerine' diye düşlüyor, 

ama ne rengi yeşil, ne de boyu uzun. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

rotasını yitirmiş bir gemi misali 

gökyüzündeki işaretlere bakarak bir pusula keşfetmeye çalışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

eski bir romanın sayfalarında kaybolmuş bir karakter gibi  

yazarı unutmuş, sonunu bekleyen bir hikâye, 

kalem tükendiği için yazılamayan umutlarla dolu bir sayfa, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor  

son satırda bitmeyen bir şiirin eksik mısrası, 

yazarı olmayan bir hikâyenin kahramanı, 

sonsuzluğa uzanan bir boşluk taşıyor, 

ne kadar uzansa o kadar kötü. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

en fazla onun zihni kadar yaşlı olan bir melodinin notalarında kendini buluyor, 

her tonda biraz daha kokan bir beste, 

bitmeyen ağıt gibi çalan bir şarkı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çöp konteynerinin dibinde annesinin düşürdüğü bebekliğini buldu, 

üzerine kusulmuş bir hatırayla göz göze geldi o sabah  

bir köpek gibi kovuldu evden ve o gün köpek gibi davranmak istedi sadece. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

geri dönüp kendini çivilediği odada günlerce çürüyen bir et gibi yattı, 

aynalarda yüzünü değil, çürümekte olan bir domuz leşi gördü, 

ve hâlâ nefes alıyor olması mide bulandırıcıydı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir morgun serinliğine aşık oldu şahit olduğu cinayet sonrasında, 

orada kimse soru sormuyor, kimse onu bilmiyordu, 

soğuk metal bir çekmeceye yatmak huzurunu arzuladı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

kadınların gözünde ya bir tehdit ya bir şaka olarak yaşadı, 

onlara çiçek uzattığında dillerden kazınmış küfürler aldı, 

şimdi mezarına güzel bir mezarlık gülü aramak daha mantıklı geliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir intihar notu bırakmak istiyor ama kimsenin okumasını istemiyor, 

özür dilediğimi bilseler yeter diyor içinden.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çocukken oyuncak sanıp içini kustuğu jilet kutusunu hâlâ saklıyor, 

bir gün “belki işe yarar” dediği şeyler arasında o da var, 

düşün ki ölüm aletini bile yedek parça gibi görmüş yıllarca. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir babanın sarhoş yumruğunda büyüdü, dişlerini yastıkla susturdu ve kanattı etlerini,

her kemik sesi bir dua gibiydi Tanrı’ya; “öldür beni” diye yalvardı

ama Tanrı sağırdı, ya da sadece gülüyordu uzaktan. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

“garip” dediler, “tuhaf” dediler, bir de “yanına oturmayın”  

teneffüslerde kendi gölgesiyle konuştu, o bile zamanla gitmedi, 

şimdi insanlara değil, eşyalara güveniyor ve hep alıyor işte birşeyler. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir kadına âşık oldu, cüzdanındaki fotoğrafla konuştu bir yıl, 

adını bir kere söyledi diye üç gün boyunca ağladı, 

çünkü isminin bir dudaktan çıkması mucize gibiydi ona. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

hastane koridorunda annesinin ölüsünü üç saat bekledi, 

üzerine titrediği kadına bile son bir “anne” diyemedi, 

şimdi kimseye seslenemiyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir gün metroda yere yığıldı, kimse dokunmadı bile, 

sadece biri video çekti, sonra “manyakmış” yazdı yorumlara, 

ölüm bile değil bazen, bu kadar yalnız hissettiren şey. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabahları kendine çorap giydirmeyi başarırsan “yaşıyorsun” diyor 

ayakta durmak artık fizik değil, irade değil, lanet. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

ama bunu biri duysun istemiyor, biri “kurtarayım” demesin  

çünkü kurtarılmak istemek için önce yaşamayı istemen gerekir  

oysa o sadece güzelce, kimseyi üzmeden yok olmak istiyor.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

ayaklarında yara, çürümüş tırnakları kanıyor,

sokakta yatıyor bazen, lağım kokusu genzini yakıyor,

fareler kemiriyor battaniyesini, o titriyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

midesi boş, kurtlar gibi uluyor açlıktan,

çöpten topladığı ekmek küflü, dişleri dökülüyor,

kusmuk boğazında, yutkunamıyor, ağlıyor zuladan.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

gözleri sararmış, karaciğeri iflas etmiş,

kolunda iğne izleri, deri pullanıp soyuluyor,

bir köşede sızıyor, sinekler yüzünde geziyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

Annesi mezarda, kurtlar kemiklerini yiyor,

babası vurulmuş, kafası dağılmış taşlara,

o ise hatırlıyor, kan kokusu hâlâ burnunda. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

elleriyle kazıyor, toprağı tırmalıyor çaresiz,

kendi mezarını hazırlıyor, solucanlar bekliyor,

bedenini çürütmek için sabırsız, o nefessiz.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

aynada artık yüzü yok, çürüyor sanki canlı canlı,

dudakları çatlamış, kurtçuklar diş etlerine doluyor,

"Bitsin," diye inliyor, ama artık öyle bir an ki ölüm bile ondan tiksiniyor.


https://open.spotify.com/track/0y1eaipbcP50xp6WLgJtuv?si=gdb3j3vUTbSRC9nX09Siyg



27 Mart 2025 Perşembe

keşke ölseydim




Keşke ölseydim,  

sabahları haberleri açmazdım,  

adamların birbirini paramparça ettiği manşetleri görmezdim,  

çocukların cansız yattığı sokakları hafızama kazımazdım,  

birkaç ölüye üzülüp, sonra kahvaltıya oturmazdım.  


Keşke ölseydim,  

toprak sadece ölüleri değil, yalanları da örtseydi,  

bayrakları kanla yıkayıp, şereften bahsetmeselerdi,  

açlıktan ölen çocukların istatistik olmadığını bilselerdi,  

ve her şeye rağmen hâlâ alkış tutanlar,  

aynaya bakınca insan görmeselerdi.  


Keşke ölseydim,  

adamın biri çıkıp "şehitler ölmez" demeseydi,  

annesi kefeni koklarken, mikrofon uzatmasalardı,  

tabutuna bayrak serip, üstüne basanlarla aynı toprakta yatmasaydı,  

ve biri daha cebini doldururken,  

kuru bir duaya razı gelmeseydi.


Keşke ölseydim,  

zihnimde yankılanan siren sesleri olmazdı,  

ayakta kalmak için üç kuruşa ömrünü satanları görmez, 

ekmeğimi başkaları paylaşırdı. 


Keşke ölseydim,  

yok olanların da bir sesi olduğunu bilmezdim,  

sustukça daha çok duyulan,  

geceleri kafamda nostaljik bir fısıltıya dönüşen.


Kimseye küsmezdim,

Kimseden ayrılmazdım.

Babamın şahsına münhasır mutluluğunu anlamaya çalışmaz, 

Ölen ninemin yorganından sökülen ince ipler onun ince kefenini hatırlatıp üzmezdi beni. 


Keşke ölseydim,  

ölüm bir son olsaydı mesela,  

uyanıp her gün aynı kabusu görmeseydim,  

ölüler gömülseydi gerçekten,  

ve diriler, çukurları sadece ayakta durmak için kazmasaydı.  


Keşke ölseydim,  

bir ülke haritadan silinmezdi belki,  

ölüler, doğum oranından hızlı artmazdı,  

ve sokaklar, kan kokusunu unutmayı başarırdı.  


Keşke ölseydim,  

insanlık bir kelime oyunu olmasaydı,  

vicdan, dilin ucunda tükenen bir ses olmasaydı,  

birini susturmanın yolu, hep ölüm olmasaydı,  

ve bütün bunları ben de anlatmak zorunda kalmasaydım.


Keşke ölseydim,  

gözyaşı silmenin bir meslek olduğunu bilmezdim,  

yetimhaneler ve taziye evleri birbirine karışmazdı,  

insanlar birbirini unutmazdı,  

ev sahibi, araba sahibi olmayı bu kadar umursamaz,

unutmayı bir kaçış sanmazdım.  


Keşke ölseydim,  

paranın her şey olduğunu öğrenmezdim,  

birkaç kişi daha fazla kazansın diye bir mahallenin yok olmasını görmezdim,  

gazete sayfalarına sıkıştırılmış hayatlara rastlamazdım,  

kimsenin ismi, haberin dibindeki italik yazıda yer almazdı.  


Ama ben ölmedim.  

Ve sokakları izliyorum.  

Duvarlara yazılan "katil devlet" yazılarını,  

sabah silinen, akşam tekrar yazılan harfleri,  

biri ölüyor, biri yazıyor.  

Biri susuyor, biri bağırıyor.  

Ve sabah, biri yine siliyor.  


Keşke ölseydim,  

çocukların büyüyünce polis ya da mahkum olmak zorunda kaldığını bilmezdim,  

mümkün dünyaların en iyisi hayalini kurmazdım,  

insanların birbirine daha az benzediği bir yerde nefes alırdım,  

bir kafede oturup, kimse görmeden kahvemi içerdim.  


Keşke ölseydim,  

kitaplar yasaklanmasaydı,  

ölmeden önce okumam gereken kitaplar diye bir liste yapmazdım,  

çünkü ölümden önce yapılması gereken başka şeyler olurdu,  

ya da hiçbir şey olmazdı, sadece yaşardım.  


Keşke ölseydim,  

bu kirli sahnede, yalanların zehriyle boğuşan bir beden,  

sistem yalanının, parmak uçları kadar hassas adımlarında  

acı bir mizansen, öfkenin küfür dolu senfonisi olsun istedim.


Keşke ölseydim,  

çünkü bu dünya, lanetli bir tiyatro;  

yalan dolu liderlerin boğuk sitemleri,  

sokaklarda yankılanan ölümler ve küfürler arasında  

gerçeklik, bir hayal gibi savruluyor,  

ve biz, çürümüş umutların küllerinde

kendimizi ararken, bir damla bile olsa suskunlukla boğuluyoruz.


Keşke ölseydim,  

ama her ölüm, bir direniş ateşi;  

acı dolu küfürlerin, içimizde yankılanan isyanın  

sessiz bir çığlığına dönüşürken,  

ölüm, bazen yıkımın ötesinde,  

bir uyanışın habercisi,  

bir yanık şiirin en sert mısrası olur.


Keşke ölseydim,  

ama yokluğumda belki sesimi duymayacaktınız;  

gözlerinizde eriyen, mahkûm bir gerçeğin izinde  

her adım, bir sorgu, bir küfürle yeniden doğarken,  

devletin kirli yüzünü,  

sokakların çürük yanlarını,  

her bir yalanın ve küfürün altında  

kendinizi yeniden bulacaksınız.


Keşke ölseydim,  

ama her damla öfke, her kırık umut  

bu düzenin acımasız aynasında  

siz sorgulamayanların, sessiz kalanların  

en derin yaralarını açığa vurur;  

ve belki de, bu yıkımın ortasında  

gerçeklik,  

bir küfürün, bir ömrün,  

sonsuz bir direnişin adı olur.


Ama ben ölmedim.  

Ve gözlerimi kapatınca bile duyuyorum her şeyi.  

Bir annenin çığlığını,  ,  

Bir adamın son kahkahasını.  

Sanki bunların hiçbiri olmamış gibi.  


Keşke ölseydim,  

ama ölmek bir şeyleri değiştirmiyor.  

Ne kadar çok insan ölse de,  

birileri yaşamaya devam ediyor.  

Gülüyor, eğleniyor, unutuyor.  

Ölüm bir son değil, bir haber başlığı sadece.  

Ve yarın başka bir başlık var.  


Ama ben ölmedim.  

Gözümün önünde büyüyen ölümler var.  

Her gün biraz daha güneşi batıran bir gökyüzü.  

Ne yana baksam, suskunlukla örtülen cinayetler.  

Rakamlar konuşuyor, insanlar susuyor.  

Bu kadar çok rakam nasıl susar, bilmiyorum.  

Ölmedim.  

Bu yüzden unutamıyorum.  

Bu yüzden her şey üzerime geliyor.  

Bu yüzden sokakları izliyorum.  

belki de,  

bu yüzden yazıyor ve ağlıyorum çünkü ölmedim. 


Bakın şu 28 yaşındaki çocuğa, 

Nasıl da arzuluyor ölümü, 

Bir köpeği kovalar gibi kovalıyor. 

Ama köpek o kadar kaçmıyor, 

Biliyor ki onu ısıramaz, 

Ama çocukta vazgeçmiyor, 

Bilmiyor ki onu ne kadar istese de ısıramaz. 


https://open.spotify.com/track/1KsI8NEeAna8ZIdojI3FiT?si=rcOtED8cQJWSHyF4vt57TA


14 Mart 2025 Cuma

yokluğuma iman

Yerdeki taşları izlerken zamanın üzerimden nasıl aktığını düşündüm. Kayboluş, bir çöküş değildir. Daha sessiz, daha sinsidir. Hiçbir şeyin değişmediği, aynı kaldığı onlarca sabaha uyanırsın, ama bir yandan da her şey farklıdır. En azından hava durumu ve gittikçe sararan kitap sayfaları. Gözlerin odanın köşelerinde gezinirken bir şeylerin eksildiğini hissedersin. Varlığın, bir zamanlar sahip olduğu ağırlığı kaybetmiştir, nereden baksan 5 kilo daha azalmıştır ruhun. Sen azalıyorsundur ama kimse de fark etmez bunu. 


Beni unuttular.  


Bunu tam olarak ne zaman anladığımı bilmiyorum. Belki yine evden kaçıp meteliksiz bir şekilde sokakta yürürken, birileri omzuma çarpıp da hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ettiğinde. Belki de yıllardır konuşmadığım bir arkadaşımın adımı unutup bana "şey" diye seslendiğinde. Belki de bir akşamüstü, aynaya bakıp gözlerimdeki ışığın çoktan sönmüş olduğunu fark ettiğimde. İnsan, yavaş yavaş siliniyor işte. 


Yürürken kaldırımlara yapışmış bir sakız gibi hissediyorum bazen. Herkes üstüme basıp geçiyor ve bazıları memnun ayaklarının altında olmamdan. 


Ne renk olduğum belirsiz. Belki bir zamanlar dikkat çekecek kadar canlıydım, belki biri beni o zamanlar fark ederdi. Ama şimdi, üzerimden o kadar çok ayakkabı geçti ki, kimse bana bakmaz oldu. 


Bir zamanlar biri vardı. Adımı söyleyen bir ses, dünyada bir yerim olduğunu hatırlatan bir dokunuş. Sonra o da gitti. Giderken bir şey söylemedi. İnsanlar bazen böyle kaybolur işte. Bir gün yanınızdadırlar, ertesi gün sadece hatıralarda yaşarlar ve yaşlandıklarında ölürler. Ama anıların silinmesine ve fiziki yokluğa da alışıyorsun. Bir sabah uyanıyorsun ve artık onlara dair hiçbir şey hissetmediğini fark ediyorsun. İşte asıl kayboluş bu. Bir zamanlar seni tanıyan biri bile artık seni unutmuşsa, sen hâlâ var mısın?  


Herşeye rağmen ara ara içimde yankılanan bir kahkaha var ama benim değil. Ödünç alınmış, gece birine iade edilecek. 

Evimde masalar temizlendi, Eskiden, bir kahve fincanının kenarında parmak izlerimizi  bıraktıklarımız vardı. Şimdi o izler silindi. fincanlar yıkandı. Herkes birşeyler bıraktı ama ben hiçbir şey bırakamadım.  


Sistem, biz yakınları bile birbirimizden ayıran bir makine. Teker teker öğüten, yok eden, birbirimize temas etmemizi engelleyen bir şey. 

Kalabalıklarda öyle binlerce insan yürüyor ama kimse kimseye dokunmuyor. Herkes yalnız ama yalnız olduklarını kabullenmemek için sürekli bir yerlere koşturuyorlar. Göz göze gelmemek için telefon ekranlarına bakıyorlar. Vitrinlerde kendi bedenlerine dokunmaya çalışıyorlar.

Bazen düşünüyorum, yere düşsem kaç kişi durup yardım eder? Kaç kişi gerçekten fark eder?  

Ellerim titriyor. Önce hafif, sonra daha şiddetli. Ne yapacağımı bilmiyorum. Yıllardır her şeyi erteliyorum. Bir sabah farklı uyanmayı bekledim, olmadı. Bir mektup yazıp birine göndermeyi düşündüm, yazmadım. Bir şeyler yapmalıydım ama hiçbir şey yapmadım. Sadece zamanın üzerimden geçmesine izin verdim. İnsan kendini böyle kaybeder işte: Küçük, önemsiz ertelemelerle.

Geceleri daha yalnız. Yalnızlık, ışıklar söndüğünde daha gerçek oluyor. Uyumak istemiyorum ama uyanık kalmak da acı veriyor. Uyku, geçici bir unutuluş, sabah saatlerce yatağında dönüyorsun, hiçbir yere gitmiyorsun.  

Rüyalarda üzerime çöküyor. Sanki bir enkazın altında kalmışım ama kimse kurtarmaya gelmiyor.  

Bir ruh hali miydi bu yaşananlar yoksa organik bir hastalık mı?  

Öyle bir şeydi ki, melankolik duyguların kokuları bile günlerce çıkmıyor burnumdan.

Duvarlarda duyduğum sesler, kavrulmuş kemiklerin gıcırtısı gibi konuşuyorlar. 

Kendime herkesin tiksineceği hikayeler anlatıyorum. Çürümüş cesetleri severim, açılmış mezarlardan bahsediyorum, insanların gözbebeklerine yerleşen tanrıları gören bir karakter yazıyorum. Kimi zaman sabaha kadar duvarlara çizimler yapıyorum, kimi zaman ise sesim kısılana kadar sevişiyorum. 

Dişlerimden yatağın köşesini ısırdığım için akan kanları ve vücuduma gardiyandan gizli jiletle çizdiğim kendimden kaçış labirentimi bir süredir herkesten gizliyorum. 


“Perdenin arkasında.”  


Diyorum kendime, rüyamda gördüğüm benime.

Halbuki orada bile kimse yok, paranoyak olmak isterdim ama olamam. 

Zira hakikatte buna yer yok. 

Hakikatte olan tek şey kendimden bir parça saklamak.

Bir gün birisi beni bulacak mı bilmiyorum. Belki birisi gelip ağzımdan ve midemden parçayı çıkarıp ismi hatırlayacak. Belki birisi, benim gerçekten var olduğumu fark edecek. Ama o gün gelene kadar, ben burada, çürüyen duvarların, kararmış ışıkların ve solmuş hayallerin içinde kaybolmaya devam edeceğim.  


Bir başka gün, bir başka unutuluş…  


Zihnimde yüzlerce soru var, ama cevap yok. Var mıyım, gerçekten var mıyım? Kendi varlığımı, içimdeki boşluğu, sabah uykusuz kalmış açlığımı, bakarken gördüğüm yansımalarda kaybolan “ben”i algılayamıyorum. Gözlerim, varlığımı anlayan tek şey ama o da yanıltıcı. Gözlerim, bir yansıma gibi, bir anlık bir boşluk. Ama ya her şeyin gerisindeysen, ya da her şey sadece bir yansıma mı? “Ben” dedikçe kayboluyorum, çünkü ben kimim? Kendi kimliğimi, kimseye ait olmadığımı, her şeye yabancı olduğumu, birine bile ait olamayacak kadar kaybolmuş olduğumu hissediyorum. Hissederek kayboluyorum.  

Bazen var olmak bir bedel gibi geliyor. Bedenimle öylesine varım, öylesine bir hiçim. Bir parça et, bir kemik, ama derinlere inince hiçbir şey. İçim boş, düşüncelerim dağılmış, bir zamanlar anlık yaşadığım duygular şimdi uzun bir süre önce silinmiş. Her şey öylesine kayıp ki, zamanla bir yere gitmiş gibi hissediyorum. Anlar, düşünceler, insanlar; hepsi bu kaybolmuşlukla silindi. Düşünüyorum, içimde bir ışık vardı, ama ne zaman kayboldu? Uykusuz kaldım, belki de yıllardır. Zamanı izledim ama her şey birikerek öylesine büyüdü. Şimdi biriken duygular, sislere bulanan her şey beni tüketiyor. Ne zaman farklı hissettim? 

Ve sonra, bir gün sabah gözlerimi açtığımda bir ses, “Uyan, gerçekten var mısın?” diye soracak,yol gösterecek. O an, o kadar uzun beklemiş olacağım ki, sanki bu soruya cevap vermek için yaratılmamış gibiyim. Beni ne zaman sorarsan sor, ben hep kaybolmuşum. Zaman sadece bir gölge, bir çöküş gibi üzerime çöküyor.

Şimdi düşündüm de, belki de sistemin dediği şey, sadece kaybolmak. Belki de varlık, bir zamanlar sahip olduğun her şeyin yokluğu. Sistemde herkes kaybolur, ama kimse fark etmez. Biz kaybolurken, başka birileri hep ilerler. Belki kaybolduğumda, insanlar hala “sistem”in bir parçası olarak var olacaklar. Ama ben o sistemde hiç var olmadım. Ben, kaybolmuş bir hata, bir yanlışlık, varlığı tükettikçe solan bir hayaletim.  


Kaybolmanın tezatlığı da bunu bilmek ve kelimenin değer kazanması için tezatlığı gerçekleştirmek. 


Ama birgün kendimi bulduğumda, bir ses ile boşlukta herkesin hissedeceği bir çığlık kalacak.


https://open.spotify.com/track/3FSLyEUXnmUKPJU93ACRdD?si=ttsREHegQDW6-KEj3nN4EA





23 Şubat 2025 Pazar

berkan

Berkan, sabahları perdeleri açmadan uyanan bir adam. 

Günün aydınlığını mahallenin seslerine bağlar, gün doğunca evde lamba yanıyor sanır, o kadar kopuk. 

Kırkını geçmiş, sırtı hafif kambur, kolları ince ama elleri küt parmaklı; sanki yıllarca yumruk atmış da yorulmuş gibi. Saçı seyrek, sakalı darmadağın, dişleri sarı ama gülüşü garip bir samimiyet taşır.

Mahallede herkes onu tanır, “Berkan Abi” derler, ama kimse evine girmez. Kapısı hep kilitli, penceresi hep yarı aralık; içeriden küf kokusu sızar, sahaflardan topladığı veba bulaşacak kadar eski kitapların kokusu, günün tozu, gecenin paslı düşleri. 


O herkesin aksine lekelerini herkesin görebileceği yerlerde sergiler, gün ışığından gizlemez birşeyi. 


Berkan’ın evi bir mezarlık gibi; raflar sararmış kâğıtlarla dolu, yerler tozlu, masada yarım bırakılmış çay bardakları. Beslenme mi? Günde bir simit, bazen üstüne salça sürer, yanına da bayat ekmekle kahve. “Mide zaten çukur, neyi gömeceksin ki?” der, pis pis sırıtır. Ama ağzından dökülenler hep tuhaf bir bilgelik taşır: “Hayat, üstüne oturmuş boklu bir koltuk gibidir; kalksan götün kirli, kalsan kokuya mahkûm.”

Kimse böyle bir laf duymamıştır, duysa da unutamaz. Rahatsız eder, iğne gibi batar ama bir yandan da “Haklı lan bu herif,” dedirtir.

Gündüzleri mahallenin ara sokaklarında dolanır. Elinde poşet, içinde yeni bir kitap, bazen de sokaktan bulduğu kırık bir çerçeve. Çocuklar ona “Deli Berkan” der, ama yanına koşar; çünkü anlatır. Eski kentlerin unutulmuş hikâyelerini, sokak lambalarının altında kaybolmuş âşıkları, tahta masalarda içilmiş çayların nostaljisini. İnsanlar dinler, çünkü Berkan’ın sesinde bir şey var; yaşanmışlık değil, yaşanamamışlık. Umutsuzluğu öyle güzel giyinir ki, karşısındakine “Ben de böyleyim galiba,” dedirtir.


Gece olunca ise Berkan değişir. Kapıyı kilitler, ışığı söndürür, sadece masadaki küçük abajur yanar. O loşlukta oturur, düşünür. Belirsizlik boğazına çöker, nefesi daralır. Kimseye söylemez ama içi kurtlarla dolu; kafasında dönen tilkiler birbirini yer. “Mutluluk, birinin sana attığı kemikse, ben o köpekliği çoktan gömdüm,” diye mırıldanır kendi kendine. Kimse duymaz, duymasa da olur. Geceleri onun mahallesi başkadır; sokaklar değil, kafasının içi karanlık bir kent.

Ve sonra o fanteziler… Kadınsız bir adam ama zihni iğrenç bir şölen. Kimseye anlatmaz, anlatamaz da. Masanın altına sakladığı bir defter var, karalamalarla dolu. Çizgiler, kelimeler, bazen bir kadın bacağı, bazen bir göz. Ama hepsi gerçek dışı, hepsi sapkın. “Sevmek, birinin etini dişlemek isterken vazgeçmektir; ben o vazgeçişi hiç beceremedim,” diye yazar. Okuyan olsa midesi kalkar, ama bir yandan da Berkan'ın bu karanlık dürüstlüğüne hayran kalır. İğrenirsin, evet, ama elin gitmez değil mi, bir sayfa daha çevirmeye?

Gün içinde Berkan’ı seversin. Kahvede oturur, çay içer, iki laf eder. “Bak lan,” der, “eskiden bu sokakta bir adam vardı, her gece pencerede şarkı söylerdi. Şimdi o pencere boş, şarkı da bitti. Hayat işte, sesini keser ama boşluğu bırakır.” Dinleyen dalar gider, nostalji burnuna çöreklenir. 

Gözleri uzaklara bakar, ama sanki hiçbir şeyi görmez. 

Umutsuzdur, evet, ama o umutsuzlukta bir sıcaklık bulursun. Sanki senin de içindeki boşluğu alıp üstüne bir battaniye örtmüş gibi.

Bir gün mahallelinin biri sorar: “Berkan Abi, neden evlenmedin?”

Gülümsemesi donar, çay kaşığını masaya vurur. “Kadınlar,” der, “gözlerine bakarken kendini bulacağın aynalar ister. Benim gözlerimse kırık cam, baksan kanarsın.” 

Cevap ağırdır, ama kimse üstelemez. Berkan böyledir; seni kendine çeker, sonra itiverir.

En büyük aşkı o eski kitaplar. Sahaflardan toplar, sayfaları lime lime olmuş, ciltleri çürümüş. Veba kokusu dedik ya, abartı değil. Parmakları sayfaları okşarken gözleri parlar, ama bu sevgi değil, bir tür saplantı. “Her kitap, yazanın gömdüğü bir cesettir; ben o mezarları eşelerim,” der. Okuyan tiksinir ama o kitaplar onun dostu, ailesi, belki de tek sevgilisi.

Bir keresinde mahalleden bir çocuk, “Berkan Abi, bu kitapları niye okuyorsun ki, hepsi ölü hikâyeler?” diye sorar. Berkan başını kaldırır, gözleri bulanık. “Ölüler konuşmaz, evlat,” der, “ama susmazlar da. Senin baban gibi bağırmaz, ama kulağına fısıldar.” 

Babasıyla da derdi vardı Berkan abinin,ne onla uzlaşabildi ne de varoluşun diğer olgularıyla. 

Kendini bildi bileli dünyanın ona anlattığı hikâyeyi dinlemiyor. Çalış, evlen, bir şeyler biriktir, öl...

Hiçbirini beceremedi. İnsanlar sistemin dişlilerine yağ olurken, o paslandı. 

Babası bu yüzden gözünün içine bakmadan ölmek zorunda kaldı. “Senden bir bok olmaz,” dedi son kez, gözleri hastane odasının kirli pervazına sabitlenmişti. Haklıydı. Ama bazen, bok bile olmak istemezsin.  

Hayatı böyle geçer; günler tozlu, geceler paslı. Ama bir gece, her şey değişir. Abajurun ışığı titrer, elektrik kesilir. Karanlıkta oturur, elinde bir kitap. Defterini açar, son sayfaya bir şey karalar: “İnsan, kendi gölgesine âşık bir köpektir; kuyruğunu yakalayınca bile ağlar.” Sonra defteri kapatır, kalkar, pencereyi sonuna kadar açar. Mahallenin soğuk havası içeri dolar, küf kokusuyla karışır. Derin bir nefes alır, ilk kez o gece uyumaz.

Sabah olur. Mahalle uyanır, ama Berkan yok. Kapısı açık, ev bomboş. Masada bir not: “Gidiyorum, çünkü kalmak bir cesedi cilalamaktan farksız.” Kitaplar raflarda, defter ortada, çay bardağı yarım. Mahalleli toplanır, şaşkın. Kimisi “Kaçtı herif,” der, kimisi “Öldü galiba.” Ama kimse bilmez, nereye gitmiştir.

Günler geçer, mahalle eski ritmine döner. Ama bir akşam, kahvede oturan biri burnunu çeker. “Bu ne lan?” der. Başkaları da hisseder; havada bir koku, keskin ama tanıdık. Eski kâğıt, küf, biraz da çay. Berkan’ın kokusu. Sokaklara yayılır, herkes durur, bakar. Kimisi ağlar, kimisi gülümser. O koku burnuna doldukça, Berkan’ı hatırlarsın; iğrençliğini, bilgeliğini, umutsuzluğunu, her şeyini. Ve birden, o an, bir orgazm gibi vurur: Gitmemiştir,  hâlâ buradadır. Mahallenin damarlarında, sokaklarında, ruhunda.

Koku kaybolmaz, çünkü o kaybolmaz. Seni rahatsız eder, tiksindirir, ama bir yandan da içine işler. “Hayat, kokusuyla hatırlanır; geriye kalan hep çöptür,” demiştir ya hani, işte o koku, onun son zaferidir. Burnun yanar, gözlerin dolar, ama garip bir huzur bulursun. Berkan budur; iğrenç, güzel ve 'insan doğduğunda, öldüğünde ve biri ona uzun uzun baktığında unutulmaz' klişesinin aksine her zaman oralarda bir yerde hepimizin aradığı adam.



19 Şubat 2025 Çarşamba

iş arıyorum bu da özgeçmişim

1997 yılında doğdum. 

İş aramaya, güvenlik görevlileriyle göz göze gelip "Aynı yaşta mıyız gerçekten?" diye iç geçirdiğimde ve antika ürünlere 'yahu ben bunu hatırlıyorum' dediğimde başladım. 

Hayat böyle işte; bir gün lise sıralarında "Ben büyüyünce yazar olacağım!" diyorsun, ertesi gün LinkedIn'de "Değerli insan kaynakları ekibi..." diye cümle kurmaya çalışıyorsun. 

Ben kitap okumaya ve yazmaya bayılırım. Yazarken içimi dökerim, okurken başkalarının içini karıştırırım. 

Üç kitabım var, felsefe topluluğum da cabası. Sokrates’in savunmasını biliyorum ama kendi savunmamı yaparken karşımdakinin anlaması için “yani şey” diye başlayan cümleler kurabiliyorum. 

O yüzden bazen yazmayı, konuşmaya tercih ediyorum.

Ama bazen de tam tersini yapıp sahneye çıkıyorum: Stand-up. 

İnsanları güldürmek güzel bir şey. 

"Kendine çok gülersen komik olursun, başkalarına çok gülersen yalnız" derler ya, ben dengede tutmaya çalışıyorum. 

Metin yazıyorum, yıllardır blog yazıyorum düzensiz editörlük yapıyorum, cümleleri ustaca törpüleyip pırıl pırıl hale getiriyorum (bazen insanları da) . Bazıları "İyi de bu işte ne var?" diyor. 

Şöyle anlatayım: Düzgün bir editör, kötü bir yazarı iyi, iyi bir yazarı harika gösterir. O yüzden arka planda işini iyi yapan biri olmak hoşuma gidiyor. MEB'de sözleşmeli öğretmenlik yaparken bu arka plan meselesi kafamı ciddi karıştırmıştı. Neyse beni arka planda unutmazsanız sevinirim.  

Sosyoloji yüksek lisansım bitti bitecek. Eğer bir gün bir tez savunmasına gitmezsem, hayatımın tezatsız kalacağından korkuyorum. 

İngilizcem hiç fena değil, mülteci ailelerle iletişimimden dolayı biraz Arapça da öğrendim. Yani hayatta kalabilecek kadar. Zaten diller de böyledir: İhtiyaçtan öğrenirsin, keyiften geliştirirsin. 

(Evet yıllardır sahada bağımsız bir öğrenci grubuyla dezavantajlı çok insana dokunduk.) 


Hobilerim? Klasik "Müzik dinlemeyi severim" cümlesinden bir tık yukarı çıkıyorum: Kaset koleksiyonum var. Çünkü kasetler, zamanın içine sıkışmış küçük anılar gibi. Bazı şarkıları dinlerken, birinin zamanında tam da o şarkıyla üzüldüğünü ya da sevindiğini bilmek hoşuma gidiyor. 

Kim bilir, belki bir gün benim CV’mi okuyan biri de yıllar sonra "Şu çocuğu işe almadık ama bak ne komik yazmıştı" diye hatırlar.  Eğer bu satırlara kadar geldiysen, ya gerçekten ilgilisin ya da işten kaçıyorsun. 

İki ihtimalde de seni takdir ediyorum.