23 Şubat 2025 Pazar

berkan

Berkan, sabahları perdeleri açmadan uyanan bir adam. 

Günün aydınlığını mahallenin seslerine bağlar, gün doğunca evde lamba yanıyor sanır, o kadar kopuk. 

Kırkını geçmiş, sırtı hafif kambur, kolları ince ama elleri küt parmaklı; sanki yıllarca yumruk atmış da yorulmuş gibi. Saçı seyrek, sakalı darmadağın, dişleri sarı ama gülüşü garip bir samimiyet taşır.

Mahallede herkes onu tanır, “Berkan Abi” derler, ama kimse evine girmez. Kapısı hep kilitli, penceresi hep yarı aralık; içeriden küf kokusu sızar, sahaflardan topladığı veba bulaşacak kadar eski kitapların kokusu, günün tozu, gecenin paslı düşleri. 


O herkesin aksine lekelerini herkesin görebileceği yerlerde sergiler, gün ışığından gizlemez birşeyi. 


Berkan’ın evi bir mezarlık gibi; raflar sararmış kâğıtlarla dolu, yerler tozlu, masada yarım bırakılmış çay bardakları. Beslenme mi? Günde bir simit, bazen üstüne salça sürer, yanına da bayat ekmekle kahve. “Mide zaten çukur, neyi gömeceksin ki?” der, pis pis sırıtır. Ama ağzından dökülenler hep tuhaf bir bilgelik taşır: “Hayat, üstüne oturmuş boklu bir koltuk gibidir; kalksan götün kirli, kalsan kokuya mahkûm.”

Kimse böyle bir laf duymamıştır, duysa da unutamaz. Rahatsız eder, iğne gibi batar ama bir yandan da “Haklı lan bu herif,” dedirtir.

Gündüzleri mahallenin ara sokaklarında dolanır. Elinde poşet, içinde yeni bir kitap, bazen de sokaktan bulduğu kırık bir çerçeve. Çocuklar ona “Deli Berkan” der, ama yanına koşar; çünkü anlatır. Eski kentlerin unutulmuş hikâyelerini, sokak lambalarının altında kaybolmuş âşıkları, tahta masalarda içilmiş çayların nostaljisini. İnsanlar dinler, çünkü Berkan’ın sesinde bir şey var; yaşanmışlık değil, yaşanamamışlık. Umutsuzluğu öyle güzel giyinir ki, karşısındakine “Ben de böyleyim galiba,” dedirtir.


Gece olunca ise Berkan değişir. Kapıyı kilitler, ışığı söndürür, sadece masadaki küçük abajur yanar. O loşlukta oturur, düşünür. Belirsizlik boğazına çöker, nefesi daralır. Kimseye söylemez ama içi kurtlarla dolu; kafasında dönen tilkiler birbirini yer. “Mutluluk, birinin sana attığı kemikse, ben o köpekliği çoktan gömdüm,” diye mırıldanır kendi kendine. Kimse duymaz, duymasa da olur. Geceleri onun mahallesi başkadır; sokaklar değil, kafasının içi karanlık bir kent.

Ve sonra o fanteziler… Kadınsız bir adam ama zihni iğrenç bir şölen. Kimseye anlatmaz, anlatamaz da. Masanın altına sakladığı bir defter var, karalamalarla dolu. Çizgiler, kelimeler, bazen bir kadın bacağı, bazen bir göz. Ama hepsi gerçek dışı, hepsi sapkın. “Sevmek, birinin etini dişlemek isterken vazgeçmektir; ben o vazgeçişi hiç beceremedim,” diye yazar. Okuyan olsa midesi kalkar, ama bir yandan da Berkan'ın bu karanlık dürüstlüğüne hayran kalır. İğrenirsin, evet, ama elin gitmez değil mi, bir sayfa daha çevirmeye?

Gün içinde Berkan’ı seversin. Kahvede oturur, çay içer, iki laf eder. “Bak lan,” der, “eskiden bu sokakta bir adam vardı, her gece pencerede şarkı söylerdi. Şimdi o pencere boş, şarkı da bitti. Hayat işte, sesini keser ama boşluğu bırakır.” Dinleyen dalar gider, nostalji burnuna çöreklenir. 

Gözleri uzaklara bakar, ama sanki hiçbir şeyi görmez. 

Umutsuzdur, evet, ama o umutsuzlukta bir sıcaklık bulursun. Sanki senin de içindeki boşluğu alıp üstüne bir battaniye örtmüş gibi.

Bir gün mahallelinin biri sorar: “Berkan Abi, neden evlenmedin?”

Gülümsemesi donar, çay kaşığını masaya vurur. “Kadınlar,” der, “gözlerine bakarken kendini bulacağın aynalar ister. Benim gözlerimse kırık cam, baksan kanarsın.” 

Cevap ağırdır, ama kimse üstelemez. Berkan böyledir; seni kendine çeker, sonra itiverir.

En büyük aşkı o eski kitaplar. Sahaflardan toplar, sayfaları lime lime olmuş, ciltleri çürümüş. Veba kokusu dedik ya, abartı değil. Parmakları sayfaları okşarken gözleri parlar, ama bu sevgi değil, bir tür saplantı. “Her kitap, yazanın gömdüğü bir cesettir; ben o mezarları eşelerim,” der. Okuyan tiksinir ama o kitaplar onun dostu, ailesi, belki de tek sevgilisi.

Bir keresinde mahalleden bir çocuk, “Berkan Abi, bu kitapları niye okuyorsun ki, hepsi ölü hikâyeler?” diye sorar. Berkan başını kaldırır, gözleri bulanık. “Ölüler konuşmaz, evlat,” der, “ama susmazlar da. Senin baban gibi bağırmaz, ama kulağına fısıldar.” 

Babasıyla da derdi vardı Berkan abinin,ne onla uzlaşabildi ne de varoluşun diğer olgularıyla. 

Kendini bildi bileli dünyanın ona anlattığı hikâyeyi dinlemiyor. Çalış, evlen, bir şeyler biriktir, öl...

Hiçbirini beceremedi. İnsanlar sistemin dişlilerine yağ olurken, o paslandı. 

Babası bu yüzden gözünün içine bakmadan ölmek zorunda kaldı. “Senden bir bok olmaz,” dedi son kez, gözleri hastane odasının kirli pervazına sabitlenmişti. Haklıydı. Ama bazen, bok bile olmak istemezsin.  

Hayatı böyle geçer; günler tozlu, geceler paslı. Ama bir gece, her şey değişir. Abajurun ışığı titrer, elektrik kesilir. Karanlıkta oturur, elinde bir kitap. Defterini açar, son sayfaya bir şey karalar: “İnsan, kendi gölgesine âşık bir köpektir; kuyruğunu yakalayınca bile ağlar.” Sonra defteri kapatır, kalkar, pencereyi sonuna kadar açar. Mahallenin soğuk havası içeri dolar, küf kokusuyla karışır. Derin bir nefes alır, ilk kez o gece uyumaz.

Sabah olur. Mahalle uyanır, ama Berkan yok. Kapısı açık, ev bomboş. Masada bir not: “Gidiyorum, çünkü kalmak bir cesedi cilalamaktan farksız.” Kitaplar raflarda, defter ortada, çay bardağı yarım. Mahalleli toplanır, şaşkın. Kimisi “Kaçtı herif,” der, kimisi “Öldü galiba.” Ama kimse bilmez, nereye gitmiştir.

Günler geçer, mahalle eski ritmine döner. Ama bir akşam, kahvede oturan biri burnunu çeker. “Bu ne lan?” der. Başkaları da hisseder; havada bir koku, keskin ama tanıdık. Eski kâğıt, küf, biraz da çay. Berkan’ın kokusu. Sokaklara yayılır, herkes durur, bakar. Kimisi ağlar, kimisi gülümser. O koku burnuna doldukça, Berkan’ı hatırlarsın; iğrençliğini, bilgeliğini, umutsuzluğunu, her şeyini. Ve birden, o an, bir orgazm gibi vurur: Gitmemiştir,  hâlâ buradadır. Mahallenin damarlarında, sokaklarında, ruhunda.

Koku kaybolmaz, çünkü o kaybolmaz. Seni rahatsız eder, tiksindirir, ama bir yandan da içine işler. “Hayat, kokusuyla hatırlanır; geriye kalan hep çöptür,” demiştir ya hani, işte o koku, onun son zaferidir. Burnun yanar, gözlerin dolar, ama garip bir huzur bulursun. Berkan budur; iğrenç, güzel ve 'insan doğduğunda, öldüğünde ve biri ona uzun uzun baktığında unutulmaz' klişesinin aksine her zaman oralarda bir yerde hepimizin aradığı adam.



19 Şubat 2025 Çarşamba

iş arıyorum bu da özgeçmişim

1997 yılında doğdum. 

İş aramaya, güvenlik görevlileriyle göz göze gelip "Aynı yaşta mıyız gerçekten?" diye iç geçirdiğimde ve antika ürünlere 'yahu ben bunu hatırlıyorum' dediğimde başladım. 

Hayat böyle işte; bir gün lise sıralarında "Ben büyüyünce yazar olacağım!" diyorsun, ertesi gün LinkedIn'de "Değerli insan kaynakları ekibi..." diye cümle kurmaya çalışıyorsun. 

Ben kitap okumaya ve yazmaya bayılırım. Yazarken içimi dökerim, okurken başkalarının içini karıştırırım. 

Üç kitabım var, felsefe topluluğum da cabası. Sokrates’in savunmasını biliyorum ama kendi savunmamı yaparken karşımdakinin anlaması için “yani şey” diye başlayan cümleler kurabiliyorum. 

O yüzden bazen yazmayı, konuşmaya tercih ediyorum.

Ama bazen de tam tersini yapıp sahneye çıkıyorum: Stand-up. 

İnsanları güldürmek güzel bir şey. 

"Kendine çok gülersen komik olursun, başkalarına çok gülersen yalnız" derler ya, ben dengede tutmaya çalışıyorum. 

Metin yazıyorum, yıllardır blog yazıyorum düzensiz editörlük yapıyorum, cümleleri ustaca törpüleyip pırıl pırıl hale getiriyorum (bazen insanları da) . Bazıları "İyi de bu işte ne var?" diyor. 

Şöyle anlatayım: Düzgün bir editör, kötü bir yazarı iyi, iyi bir yazarı harika gösterir. O yüzden arka planda işini iyi yapan biri olmak hoşuma gidiyor. MEB'de sözleşmeli öğretmenlik yaparken bu arka plan meselesi kafamı ciddi karıştırmıştı. Neyse beni arka planda unutmazsanız sevinirim.  

Sosyoloji yüksek lisansım bitti bitecek. Eğer bir gün bir tez savunmasına gitmezsem, hayatımın tezatsız kalacağından korkuyorum. 

İngilizcem hiç fena değil, mülteci ailelerle iletişimimden dolayı biraz Arapça da öğrendim. Yani hayatta kalabilecek kadar. Zaten diller de böyledir: İhtiyaçtan öğrenirsin, keyiften geliştirirsin. 

(Evet yıllardır sahada bağımsız bir öğrenci grubuyla dezavantajlı çok insana dokunduk.) 


Hobilerim? Klasik "Müzik dinlemeyi severim" cümlesinden bir tık yukarı çıkıyorum: Kaset koleksiyonum var. Çünkü kasetler, zamanın içine sıkışmış küçük anılar gibi. Bazı şarkıları dinlerken, birinin zamanında tam da o şarkıyla üzüldüğünü ya da sevindiğini bilmek hoşuma gidiyor. 

Kim bilir, belki bir gün benim CV’mi okuyan biri de yıllar sonra "Şu çocuğu işe almadık ama bak ne komik yazmıştı" diye hatırlar.  Eğer bu satırlara kadar geldiysen, ya gerçekten ilgilisin ya da işten kaçıyorsun. 

İki ihtimalde de seni takdir ediyorum.

9 Şubat 2025 Pazar

ucubenin tesettürü





 Ucube'nin Tesettürü


I


Gecenin çürümüş teni yeryüzüne serilmişti. Sokak lambaları titrek bir huzursuzlukla yanıp sönüyor, yol kenarında biriken çöplerin kesif kokusu havaya karışıyordu. İnce topuklu ayakkabılarının sert kaldırımla buluşan sesi sokağın yalnız melodisini tamamlıyordu. Hayır, bugün o ayakkabılar yoktu ayağında. Bugün uzun siyah bir pardösü ve başında sıkı sıkıya sarılmış bir eşarpla yürüyordu. Adımları ürkek, ama içinde yanıp kavrulan yangınla gözü karaydı.


Mahalledeki bakışlar onu ok gibi delip geçiyordu. "Ucube." Bu kelimeyi ilk kez ortaokulda duymuştu. Yüzü bir tuhafmış. Hormon bozukluğu varmış. Sesi garipmiş. Sınıftaki çocukların alayları, teneffüslerde yediği tokatlar ve sinsi bakışlar yıllarca kabuk tutmayan yaralar açmıştı ruhunda. Kendini onarmaya çalıştıkça daha da kanıyordu. Erkek olamıyordu, kadın da saymıyorlardı. Ne olduğunu kimse tarif edemiyordu; herkesin dilinde sadece o kelime vardı: 


Ucube.


Bu yüzden tesettüre girme kararı onun için bir kaçıştı aslında. Bütün o delici bakışlardan, tiksinti dolu fısıltılardan sıyrılmanın bir yolu. Belki Allah'ın huzurunda temizlenir, insanlar arasında da görünmez olurdu. Ama işler sandığı gibi gitmemişti.

Ne olmuştu da bir travesti tesettüre giriyordu?


Mahalleli bu yeni görüntüsünü gördüğünde delirmiş gibiydi.



Bakkalın önünde sigara içen dört adamın bakışlarını ensesinde hissetti. Onların yanından geçerken biri alçak bir sesle fısıldadı:  

— Oha lan! Bu bizim Kaan değil mi? Şuna bak, başını örtmüş.  

Bir diğerinin kahkahası boğazına dizildi:  

— İmam hatip travestisi! Bu mahallede daha neler göreceğiz Allah'ım!


Adımlarını hızlandırdı. Pardösüsünün eteği yere sürtünüyordu. Yemin etti kimseyi duymayacak, kimseye aldırmayacaktı.


Fakat sesler peşini bırakmadı:  

— Bak Allah seni ıslah etmiş de başını örtmüş, ama o surat yine sapık surat!  


— Belki de fuhuşta örtü modası başlamıştır?  


Sokağın sonuna varınca dizlerinin bağı çözüldü. Soluk soluğa bir apartman duvarına yaslandı. Gözleri yanıyordu. Hayır, ağlamak istemiyordu ama gözyaşları ihanete uğramış gibi kendini serbest bırakıyordu. Tesettüre girmek bile kurtarmamıştı onu.


Hangi yolun sonunda makul insan olabilecekti?


Evine vardığında gece olmuştu. Aynadaki yansımasına baktı. Başörtüsü kaymış, saç telleri ortaya çıkmıştı. Elini başına attı ve eşarbını hızla çekip çıkardı. Saçları dağınık bir şekilde omuzlarına dökülürken aynadaki gözlerindeki karanlık daha da büyüdü.  

— Sen nesin be? diye fısıldadı kendi kendine.  

Cevap gelmedi. Yıllardır gelmemişti zaten.


Telefonuna bir bildirim düştü. Eski tanıdıklarından biri mesaj atmıştı:  

“Kaan, sen tam bir şovsun ya! Bırak bu oyunları. Erkek gibi yaşa. Tesettür nedir lan?

Parmakları titredi.


Erkek gibi yaşa. 


Bu cümle beyninde yankılanırken duvara yumruk attı. Parmaklarından sızan kan, yılların bastırılmış öfkesiyle birleşmişti.


Gece yarısıydı. Perdeleri çekip yorganının altına gömüldü. Uyuyamayacağını biliyordu. Sokakların sesleri hâlâ kulaklarındaydı. Kendi iç sesi bile onu rahat bırakmıyordu. Fuhuş tek yoldu diyorlardı, çünkü başka bir seçenek yoktu. Ama o direniyordu. Pisliğin içine çekilmek istemiyordu. Evet, toplum ona yaşamayı çok görmüştü ama hâlâ bir umut kırıntısı vardı içinde.


Ertesi sabah midesi boş ama kafası dolu bir halde tekrar sokağa çıktı. Karşıdaki camiden yine ezan sesi yükseliyordu; sesi kesik kesik yankılanan martılara karışıyordu. Belki de Allah'ın göğsünde böyle karmaşa yoktu. Belki Allah, insanların eğri bakan gözlerini değil, yamalı kalpleri görüyordu. Bu düşünceyle caminin avlusuna adım attı. 


İlk adımda taş gibi gözler üzerine yapıştı. Fısıltılar peşinden sürüklendi:  

— Tesettürlü travesti!  

— İyice sapıttı bunlar.  

— Allah bile affetmez bunları…  


Duymazdan geldi. Vücudu titriyordu ama ayakları geri dönmeyecekti. Tam cami kapısına vardığında bir el sertçe omzunu kavradı. Gözleri yanıyordu adamın. Belki ibadetten çıkmıştı ama ruhunda zerre kadar merhamet yoktu.  

— Lan! Sen ne halt etmeye buradasın? Git başka yerde günah işleyip tövbe et!  


— Beni Allah’la yalnız bırak, dedi sakin ama titreyen bir sesle.  

— Bırakmam! Mahallemizi kirletiyorsun. Bu kutsal yere adım atamazsın! Anladın mı?  


— Allah’ın evi diyorsunuz ama kapısında bekçilik yapıyorsunuz! Kimin adına? Kendinizden başka kimseye mi tapıyorsunuz?


Bir an sessizlik oldu. Diğer gençler toparlanıp yanlarına geldi. Kahkahalar havada uçuştu. “Vay terbiyesize bak!” diyen biri daha ileri atıldı. Adamın gözlerindeki öfke büyüdü. Bir anda cami avlusu pazar yeri gürültüsüne dönmüştü. Ellerini sıktı ama ne fayda... Bu mahallede nefes almak bile fazlaydı onun için.  


Bir taş ayaklarının dibine düştü. Daha fazlasını beklemeden sırtını dönüp yürümeye başladı. Arkasında yükselen sesler gittikçe bulanıklaşıyordu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu.  


Eve döndüğünde aynanın karşısına geçti. Başörtüsünü tekrar başına geçirdi. Yüzü sertleşmişti, gözlerinde öfkeyle karışık bir kararlılık vardı. Bu şehirde kimseye kendini sevdiremeyecekti. Belki Allah biliyordu; belki de bu örtü onun isyan bayrağıydı. Toplumun istediği gibi değil, kendini korumak için verdiği bir savaştı.  


Başını öne eğdi, alnı aynaya değdi. Tek bir soru beynini kemiriyordu:  

Allah şahidim, bu savaşı kazanabilecek miyim? diye düşünürken uyuyakaldı. 


II


Sabah olduğunda yastığa yapışmış saç telleriyle uyandı. Göz kapakları kurumuştu. Aynanın karşısına geçti. Başındaki örtüyü düzeltti, çenesinin altından sıkıca bağladı. Aynadaki yansımasına dik dik baktı. Onların dediği gibi ucube değil, var olmaya çalışan bir insandı. Nefes alan, inanan, seven bir insan. 


Kapıyı çekip sokağa çıktığında yüzüne çarpan rüzgarla ürperdi. Hava soğuktu ama çürümüş şehir sıcağı her köşeye sinmişti. Ayağının hemen dibinde ezilmiş bir prezervatif duruyordu. Biraz ilerde birkaç tanesi daha vardı. Sokak geceden kalmaydı. Yüzü buruştu ama midesini kaldıran şey bu değildi — düşüncesiydi: 


Fuhuşa mahkum edilen arkadaşları… Onlara günah diyorlardı ama bu günah kimindi? Bedeni satmak zorunda bırakılanın mı, satın alanın mı? Kimsenin yanıt verecek cesareti yoktu buna.  


Yürümeye devam etti. Kaldırımın köşesinde iki kadın birbirlerine yaslanarak sigara içiyordu. Biri parlak mavi bir kürkle kışa meydan okurken diğeri incecik bir eteğin içinde titriyordu. Göz göze geldiler. Kadının dudakları hafifçe kıvrıldı:  

— Sabah sabah hidayete eren bir travesti… Dünya gerçekten bitiyor demek ki!  

Diğeri kahkahayla ekledi:  

— Belki de seçimden önce cumhurbaşkanının "eşcinsellere iyilik yapacağız" dediği vaat buydu! Seni tesettüre sokmak!  


Gülüşleri sokağa yayıldı. Ama o durmadı. Suratında ifadesiz bir maske vardı artık. Politikacılar her zaman iki yüzlüydü. Seçimden önce bir el uzatıp seçimden sonra ayakkabının tabanıyla kafaya basarlardı. Allah’ın adını bile oy toplamak için ağızlarına sakız yapıyorlardı. Bu şehirde herkes ya şeytan ya da şeytanın piyonu olmuştu.  


İlerideki dar sokak cemaatin hakimiyetinde olduğu mahalleye açılıyordu. Gözleri birkaç siyah cüppeli adamı seçti. Bellerine kadar inen sakalları ve yüzlerindeki sert ifade, yürüdükleri her yeri bir mahkeme salonuna çeviriyordu. Yanlarından geçerken fısıltılar duyuldu:  

— Görüyor musun? Başörtülü travesti diyorlar.   

— Allah belasını verecek bunun!


Gözleri yere dikili yürümeye devam etti. Sokağın ortasında yaşlı bir adamla burun buruna geldi. Adam bastonuna yaslanarak konuştu:  

— Kızım… Ya da her neysen… Bu hâlinle neden böyle dolanıyorsun?  


Dudakları titredi ama kendini topladı.   

— Tesettür benim inancım.  

Adam başını salladı, gözlerinde anlam arayan bir ifade vardı.  

— Tesettür inançtır evet… Ama kadınlara inmiştir. Sen kadın mısın?  


Derin bir nefes aldı, göğsüne saplanan o soruya karşı koymak istiyordu ama kelimeler boğazına düğümlendi.  

— Kendimi kadın gibi hissediyorum… Ruhum kadın. Allah ruhlara mı bakar, bedenlere mi?  


Adam ona uzun uzun baktı, sonra başını eğip mırıldandı:  

— Allah ruhlara bakar, evet… Ama insanlar buna bakmaz evladım. Bu sokakta seni yakarlar.


Bu sözler üzerine yutkundu ama geri adım atmadı. Sırtı dik bir şekilde yürümeye devam etti.  


Aklında tek bir düşünce yankılanıyordu: Bedenle sınanan inanç, ruhu çürütür müydü?



III


Yaşlı adamın "Bu sokakta seni yakarlar," sözü beyninde yankılanırken gözleri doldu. Yutkunmaya çalıştı ama o düğüm boğazına oturmuştu bir kere. Başını eğip susmak istedi ama içindeki yangın buna izin vermedi.  

— Zaten yakıyorlar… dedi hıçkırığına engel olamadan. Bir adım geri çekilip eliyle gözlerini silmeye çalıştı ama yaşlar durmuyordu.  

— Bu şehirde bana ne verdiler ki? Fuhuş… Sadece fuhuş! O da lütuf gibi. Normal bir iş bulabilir miyim? Hayır. İnsan gibi yaşayabilir miyim? Hayır. Bir travestiye başka ne hak tanırlar ki? Temiz bir yaşam mı? Namus mu?  


Adam şaşkınlıkla dinliyordu. Bastonuna daha sıkı yaslandı.  

— Eylül Cansın… dedi sesi boğuklaşarak. — Adını bilir misin bilmiyorum. Kendini öldüren bir travesti. Köprüden atladı. Kimse ona bir hayat şansı vermedi. Ne bir iş, ne huzur… Ailesi bile kabul etmedi. "Ölümlerimizi bile layık görmüyorlar insanca." demişti bir gün. O da intiharı seçti.  


Gözyaşları yanaklarından süzülürken sesi daha da titredi.  

— Ben de mi kendimi öldüreyim? Yoksa sabredip Allah’a mı yöneleyim? Ama onlar buna bile izin vermiyor. Allah’a yöneleyim diyorum, şu hâlime bak. Şuradaki adamlara bak. Bir taşla peşime düşmeye hazırlar. Allah onların mı yoksa benim mi?  


Adamın yüzünde bir gölge belirdi. Derin bir nefes aldı ve gözlerini yere dikti.  

— Ben… dedi tereddütle,

— Sana başta önyargıyla yaklaştım. Elimden gelmedi. Ama şimdi bakıyorum da… Sen, buradakilerin çoğundan daha fazla inanıyorsun. Onların göğsünde Allah değil, kibir oturmuş. Ama senin kalbinde gerçekten O var gibi...  


Bu sözler etraftaki diğer cüppeli adamların dikkatini çekti. İçlerinden biri öfkeyle yaklaşıp yaşlı adama sert bir şekilde bağırdı:  

— Ne diyorsun sen Hacı? Böylelerine cesaret verirsen caminin eşiğini bulamayız yakında! Allah'ın kitabında bunların yeri yoktur!  


— Allah'ın kitabını sen mi yazdın? dedi yaşlı adam öfkeyle. Bastonunu yere vurdu. — Belki de ben değil, sen tövbe etmelisin! Kalbin taş kesilmiş. Onun kalbi senden daha yumuşak!  


— Sen de sapıtıyorsun artık! diye bağırdı cemaat üyesi. İnsanlar başlarını kaldırmış tartışmayı izliyordu. Aralarındaki tansiyon giderek yükseliyordu.  


Travesti olduğu yerde kalakalmıştı. Tartışmayı gözyaşları içinde izledi. Ellerini sıkıyordu ama ne yapacağını bilemiyordu. 


 Bedenlerin değil, ruhların çarpıştığı bu dünyada hep yenilen o olacaktı.


Gözyaşları arasında mırıldandı:  


Allah beni duyuyor mu? Yoksa kulakları da onlar gibi mi sağırlaştı?


Sokağın sonunda belirsiz bir sessizlik vardı. Ama içinde bir kıvılcım yanmaya devam ediyordu. Aklından tek bir cümle geçti:  

İnsan kendini kurtaramazsa, belki Allah kurtarır. Ama önce inancına sahip çıkacak cesareti bulmalı…


IV


Dayanamayıp geri döndü. Adımları hızlanırken ayak bilekleri titriyordu. Arkasında hâlâ tartışan adamların sesleri vardı. “Allah'ın kitabı…” diyorlardı, “haram, günah” diyorlardı.  Allah'ın adını öyle hoyratça ağızlarına alıyorlardı ki sanki sokakta satılan ucuz bir meta olmuştu.


Sokağın sonunda tekinsiz gölgeler belirdi. Kaldırım kenarında bir sigara izmariti ezildi. Birkaç adam duvara yaslanmış, ellerinde bira şişeleri, sigara dumanları arasında kaybolmuşlardı. Biri onu gördü, dudaklarının arasından pis bir ıslık yükseldi.  

— Ooo, bizim tesettürlü de piyasaya düşmüş ha! Hacıya mı gittin, mürit mi arıyorsun?  


Biri kahkaha attı, diğeri omzuna vurdu.  

— Bu memlekette herkes fahişe zaten! Ama senin kılık tam ödüllük. Gece parti, sabah cami! Vallahi sistem çökmüş kardeşim!  


Yüzünü buruşturdu ama hızla uzaklaştı. Arkalarından gelen kahkahalar kafasının içinde yankılanıyordu. Sokaklara bir türlü sığamıyordu. Adımlarını hızlandırdı, daha hızlı… İçindeki ses bağırıyordu: Bu dünya travestiler için bir mezar ama mezar taşı bile dikmiyorlar üzerimize. Gömmeden önce tecavüz ediyorlar ruhumuza. 


Bir köşe başında yere çöktü. Ellerini dizlerine dayayıp nefes almaya çalıştı. Çırpınan bir kuş gibi soluğu yetmiyordu. Kaldırım taşında kurumuş bir kan lekesi vardı. Kim bilir hangi geceden kalmıştı. Kim bilir kim kaybolmuştu bu sokaklarda. Burada her iz bir trajediydi ama kimse dönüp bakmazdı. Fuhuş yapınca “pislik” derler, yapamayınca “ucube” derlerdi. Allah'ı mı ararsın burada? Allah bile korkup kaçmıştır bu mahalleden.


Başını ellerinin arasına aldı, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Fısıldar gibi konuştu:  

— Ya Rabbi… Bunların Allah'ı var da benimki yok mu? Eğer varsa… Neden bana senden bile kaçmam gerektiğini öğretiyorlar?  


Yere çakılmış gibiydi. Ağlarken dudaklarının arasından bir cümle döküldü, belki de kimse duymasın diye Tanrı’ya fısıldıyordu:  

Bana kimse merhamet etmiyorsa, sen de mi etmiyorsun Allah’ım?


Gözyaşlarıyla kalktı, sokakların arasında kayboldu. Sadece bir şey belliydi artık:  


Belirsizlik bu şehirde Tanrı'nın bile çözemediği bir muammaydı.

6 Şubat 2025 Perşembe

bir hiçliğin kenarında

"Başucumda geçmişten, bir resim var, 

Girip içinde kendimi, dövesim var, 

Ne bir nefes, ne de bir hevesim var, 

Dönerim derim dönemem, dönesim var, 

Yaşayalım deme, bu gece, ölesim var" -Can Bonomo


Poyraz her sabah olduğu gibi kahvesini yarı bayat ekmek kırıntılarıyla içti. Elinde tuttuğu kupa, babasının ona üniversiteyi kazandığı yıl hediye ettiği kupaydı. "Dünyayı değiştir oğlum," demişti babası, gözlerinde parlak bir umutla. Ama kupanın üzerindeki yazılar zamanla silindiği gibi, Poyraz'ın dünyayı değiştirme ihtimali de silinip gitmişti. Şimdi bir oturma odası köşesinde, kahvesine tütün kokusu karışırken kendini bekleyen tek şey belirsizlikti. 

Çevresine ve kendine dokunursa ne âlâ, ya da insanlar ona dokunursa.

"Hayatta bir kapıyı çalarsın, cevap veren yoksa kapıyı kırarsın," diye bir cümle geçti soyutluğundan."Ama benim yumruk yapıp çalacak kapım bile kalmadı." 

İki yıl önce işinden olmuştu. Bir yayınevinde redaktörlük yaparken yazar olma hayallerine tutunuyordu. Kendi şiirlerini yazıyor, içsel krizlerini öykülere döküyordu. Ama işler kötüleştiğinde önce maaşı kesilmiş, sonra da yayın kurulundan çıkarılmıştı. O günden sonra şiirler onun tek kurtuluşu olmuştu. Ama şiir yazmak kira ödemiyordu. Şiirler gökyüzüne fısıldanıyor, ama market kasasında yankılanmıyordu. 

İki parmağıyla çenesini sıvazladı. Yanağındaki sakallar kirli bir kış yığını gibiydi. Yazı masasının üzerinde biriken kitaplar ve buruşuk kağıtlara bakarken içini acı bir huzursuzluk kapladı. Kaç dosya göndermişti yayınevlerine... Cevap bile vermemişlerdi. Kelimelerinin kimse için anlamı kalmamış gibiydi. 

“Şehirde şiir öldü ama kimse yasını tutmadı,” dedi kendi kendine. 

Pencerenin önünde durdu. Hava yine griydi. Gri ve ağır. Şehrin göğsüne oturmuş bir taş gibi. Melis'in gittiği o soğuk akşamdan beri sanki her şey aynıydı. Kendi yıkımına alışmanın garip bir hafifliği vardı. Hayatta insan bir noktada başarısızlığını sahipleniyordu. Poyraz artık romantik umutlara değil, kendine sarılıyordu. 

Üstelik Melis sadece bir isimdi artık. Anılarının içinde sessizce dolanıyordu ama artık onu suçlamıyordu. Belki de haklıydı. Melis modern bir masal istiyordu; Poyraz ise sadece eski, tılsımını kaybetmiş bir yazardı.

Masasına geri oturdu. Bir şiir yazmaya başladı: 

> Zz

"> Ellerim cebimde boşluktan medet umdum,  

> Şehirden bir iz geçer, insan bir hiç olur, 

> Düşlerinde bile kaybedersin. "


Yazdıklarını okudu. Biraz buruk ama gerçekti. Gerçek… İnsan gerçeğin içinde boğuluyordu bazen ama boğulmamak da yorucuydu. Kendi kendine yine bir aforizma fısıldadı: 

“Gerçeği görenler uyum sağlayamaz. Yalancılar mutluluğu icat etti.” 

Telefonuna bir bildirim düştü. Banka hesabı bildirimiydi. "Mevcut bakiyen:0.01 TL." Gülümsedi istemsizce. İnsan parası bittiğinde trajediyle komedi arasında ince bir çizgide yürüyordu. 

Cebinden eski, buruşuk bir bilet çıkardı. Metronun biletiydi bu. O gece Melis'in ardından istasyona gidip gelişi güzel bir trenle gitmek istemişti peşinden ama olduğu çimentoda bir demir gibi saplanmıştı durağa.

O an bir karar verdi. Evet, cebinde nakit yalnızca dokuz lira vardı ama bu şehrin onu daha fazla yutmasına da izin vermek istemiyordu.

Kalktı. Eski bir defter aldı. İçinde yazdığı ama yayımlanmayan onlarca metinle doluydu. Bunları kime satabileceğini bilmiyordu ama artık denememek için bir bahanesi kalmamıştı. 

Kapıyı çarpıp çıktığında havada soğuk bir nem vardı. Şehir griydi ama umutsuz değildi. Yaşamak dediğin biraz da çaresiz bir meydan okumaydı. "Kaybetmek," dedi kendi kendine, "başlı başına bir sanattır. Ve ben artık bu sanatın ustasıyım." 

Yürürken dudaklarının arasında hafif bir gülümseme vardı. Geriye bir tek gerçek kalmıştı: "Bir gün kaybetmek bile yeterince romantik gelir."

Poyraz adımlarını hızlandırdı. Şehrin kalabalığına karışmak tuhaf bir ferahlık hissi uyandırıyordu. İnsan yalnız kaldığında tüm dünya üzerine çullanıyordu ama kalabalığın içinde yalnızlık daha hafifti. Yüzlerce insanın arasında kimsenin seni tanımaması bir tür özgürlüktü.  


Metro girişine yaklaştı. Turnikelerden geçerken elindeki buruşuk bileti okutup yürümeye devam etti. Rayların serin kokusu ve florasan ışıklarının titrek aydınlığı arasında bir an durdu. Sanki dünya yavaşlamıştı. Karşı duvarda rastgele yazılmış bir grafiti dikkatini çekti:  


"Bu şehirde ya kaybedersin ya unutulursun."


Gülümsedi. Kaybetmek ve unutulmak… İnsan hangisini seçebilirdi ki? Belki de ikisi aynı şeydi. Tren gürültüyle perona yanaşırken bir anlık dürtüyle bindi. Gideceği yer belli değildi ama bu bir fark yaratmıyordu. Bazen hareket etmek yeterliydi.  


Tren ilerlerken pencereden şehrin griliğine baktı. Yağmur taneleri cama vuruyordu. İnsanların yüzleri donuktu; kimisi telefon ekranına, kimisi pencereden akan manzaraya dalmıştı. Poyraz yanındaki boş koltuğa çantasını koyup defterini çıkardı.  


Bir şiir yazmaya başladı:  


"Trenler geçer içimizden  

Düşlerimiz raylara serilir sessizce  

Gidemediklerimiz yük olur,  

Gittiklerimiz ise silinir zamanla."


Kalemi duraksadı. Şiirleri bile artık kendisine teselli vermekte zorlanıyordu. Ama yazmak hâlâ nefes almak gibiydi. Onsuz yapamazdı. Defteri kapatıp iç çekti. Pencereden dışarı baktığında şehrin kararan ışıkları ona bir şeyler fısıldıyordu. "Burada kalma," diyordu sanki. "Başka bir yer bul."  


İlk kez bu kadar net hissetti. Şehirden gitmek istiyordu. Burası artık onu kabul etmiyordu ya da o buraya ait olmayı başaramamıştı. Yine de gitmek o kadar kolay değildi. İnsan yalnızca mekânlara değil, kayıplarına da tutunuyordu. Poyraz, Melis'in yokluğuna bile alışmıştı artık. Onun bıraktığı boşluk bir yara olmaktan çıkmış, karakterinin bir parçası olmuştu.  


Tren bir sonraki istasyonda durdu. Kapılar açıldı. Kalabalığın arasında bir kadın bindi. Kırmızı paltolu, gözleri yorgun bir kadın. Melis değildi ama bir an Poyraz’ın kalbi küt diye attı. Hayat bazen geçmişi yüzüne vurmakta ustaydı. Ama kadın yanından geçip başka bir koltuğa oturduğunda Poyraz’ın içindeki sıkışıklık da geçti.  


İnsanın hayatına iz bırakan insanlar vardı, evet. Ama hiçbir iz kalıcı değildi. Melis'in anıları bile zamanla pörsüyordu. Onun bıraktığı hüzün bile artık bir alışkanlığa dönüşmüştü.  


"Belki de kaybetmek dediğin şey, bir tür yeniden doğuştur," diye mırıldandı. Kendi sesinden cesaret buldu. "Belki bu şehir beni kaybetti, ama ben kendimi bulabilirim."  


Tren son istasyona ulaştığında Poyraz yerinden kalktı. Yolda yavaşça yürürken yağmurun şiddeti artmıştı. Ama bu sefer umursamadı. Islak sokaklar ve kirli kaldırımların arasında yürürken yüzüne çarpan soğuğa rağmen içinde bir kıvılcım vardı.  


İç cebinden defterini çıkarıp bir not düştü:  


"Kaybetmek bir lütuf olabilir. İnsan her şeyini kaybettiğinde ancak özgürleşir. Belki de yaşamak, her şeye rağmen bir aforizma uydurabilmektir."

Poyraz yağmur altında yürümeye devam etti. Sokak lambalarının sönük ışıkları ıslak kaldırımlara vuruyor, arnavut taşları karanlık bir hikâye anlatıyordu. Cebindeki son parayı nasıl harcayacağını düşünüyordu. Yarım ekmek mi alsa, yoksa çay mı içse? İkisini birden alamayacağını biliyordu. İnsan fakirleştiğinde en basit tercihler bile trajediye dönüşüyordu.  


Tam o sırada gözüne bir duvar ilanı ilişti. Solmuş kağıda yapıştırılmıştı ama yağmura rağmen hala okunabiliyordu:  


"Yaratıcı içerik yazarı aranıyor! Şiirsel anlatım yeteneği olan, farklı bakış açıları sunabilen biriysen, tam da seni arıyoruz! Detaylı özgeçmişini gönder ve ekibimize katıl."


Altında bir e-posta adresi vardı. Poyraz istemsizce bir kahkaha attı. “Şiirsel anlatım yeteneği mi?” diye mırıldandı. "Ah, kardeşim… Şiir sokaklarda öldü. Onu mezarından çıkaracak kimse kalmadı."  


Yine de bir an düşündü. Belki başvurmalıydı. Belki bu kez işler yoluna girerdi. Ama hemen ardından içini o tanıdık umutsuzluk kapladı. Defalarca başvurmuştu böyle işlere. “Biz size döneriz,” denmiş ama kimse dönmemişti. Yaratıcılığı değil, sistemin çarklarına uyan itaatkâr yazıcılar arıyorlardı.  


Başını iki yana salladı. "Ben ne zaman bu kadar yenik oldum?" diye sordu kendine. Belki cevap aramaktan da yorulmuştu. Bob Dylan’ın sesi kafasında yankılandı:  


*"How does it feel… to be on your own… with no direction home?"*  


Evet, işte tam olarak böyle hissediyordu. Kendi evinden kopmuş, yönsüz ve sersem. Sokaklar bile artık ona tanıdık gelmiyordu. Şehrin ritmi onu dışlamıştı. Ama yine de yürümeye devam etti. Başka ne yapabilirdi ki?  


Bir köşeyi döndüğünde karşısına eski, ışıklı bir tabela çıktı: "Kral At Yarışı Ganyan Bayii". Bu yer hâlâ kapanmamış mıydı? Melis’le zamanında buradan geçerken hep dalga geçerlerdi. "Kim hayatını at yarışına bağlar ki?" diye gülmüştü Melis bir gün.  


Şimdi Poyraz, o cümleyi hatırlarken acı bir ironi fark etti. Kim hayatını at yarışına bağlardı? Belki de kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan insanlar bağlardı.  


Kapının önünde biraz tereddüt etti ama sonra içeri girdi. Havadaki sigara dumanı boğucuydu. Duvarlardaki ekranlarda koşan atların görüntüsü titriyordu. Masalarda birkaç yaşlı adam ellerinde biletlerle bağırıyordu. "Haydi be oğlum! Bitir şu yarışı!"  


Bir köşeye oturdu. Cebindeki bozuk paraları çıkardı ve masaya serdi. Burası hayatın en dip noktasının bir izdüşümüydü. Yine de buradaydı.  


Bir an kendi kendine gülümsedi. "Belki ben de bir ata bahse girmeliyim," dedi sessizce. 


Kasaya yaklaştı. "En düşük bahis ne kadar?" diye sordu.  


"On lira," dedi kasadaki adam gözlerini ekrandan ayırmadan.  


Poyraz’ın yüzü asıldı. Cebindeki dokuz lirayla buraya bile ait değildi. O an kasvetli bir gerçek tüm hücrelerine doldu. Bu şehirde şiir gibi kaybediyordu ve artık bunu bile romantik bulmuyordu.  


Çıkarken son kez ekrana baktı. Koşan atlar, bitmeyen yarışlar… İnsan yaşamı da böyle değil miydi? Hep bir yere varmaya çalışıyordun ama aslında hep aynı yerde dönüp duruyordun.  


Kapının önünde durdu. Yağmur durmuştu ama hava hâlâ serindi. Cebindeki dokuz lirayı avcunda sıktı ve kendi kendine fısıldadı:  


"Bir at yarışı bileti kadar değeri olmayan bir hayat... Ama yine de yarışmaya devam ediyoruz."

Poyraz ganyan bayiinden çıktıktan sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. "Eve dönüp yarını mı yaşayacağım?" diye sordu kendine.Şehir ıslaktı, çok ağlamış bulutlar hava bütün melankolisiyle ona eşlik etmişti. Karalar bağlamıştı bulutlar düğüm düğüm. 


Cebindeki dokuz lirayı hâlâ sıkıyordu. O para bir çay bile etmiyordu.  


Kafasında yankılanan düşünceler boğuk ve bulanıktı. Her şeyin üzerine bindiği bir anda insan ya isyan ederdi ya da teslim olurdu. Poyraz isyan etmekten çoktan vazgeçmişti. Geriye yalnızca sessiz bir teslimiyet kalmıştı.  


Boğaz Köprüsüne doğru yürümeye başladı. Adımlarını fark etmeden hızlandırıyordu. Yağmurun izleriyle ıslanmış taşlarda ayak sesleri yankılanıyordu. Kafasının içinde Dylan hâlâ çalıyordu:  


"How does it feel?" 

https://open.spotify.com/track/3AhXZa8sUQht0UEdBJgpGc?si=uJivfBYzTj-zHgPnX4m1zQ


Gerçekten nasıl hissettiğini bilmiyordu. Belki de hissetmemek daha iyiydi. Köprüye yaklaştığında rüzgar suratına sert bir tokat gibi çarptı. Burası, hayat ile ölüm arasındaki en ince sınırdı. Gecenin içinde akan ışıklar, şehrin soluk nabzı gibi titreşiyordu.  


Demir parmaklıklara yaklaştı. Ellerini hafifçe demire koydu ve aşağı baktı. Boğaz’ın karanlık suyu dalgalarla kıpırdıyor, kendisine fısıldıyordu sanki. Bir an için sessizlik her şeyi sardı.  


"Düşsem..." diye düşündü Poyraz. "Her şey bitse... Borçlar, beklentiler, işsizliğin kemiren utancı, Melis’in artık hatırlanmayacak yüzü... Beni bekleyen hiçbir şey kalmadı."  


Düşünce, içindeki huzursuzluğu yavaşça emiyordu. Rüzgar yüzünü okşarken parmaklarını demirden çekmeye hazırlanıyordu ki birden garip bir görüntü kafasında belirdi. Bir ölüm haberinin absürtlüğü...  


"Genç şair Boğaz Köprüsü'nden atladı. Cebinde dokuz lira bulundu."


İçinden istemsizce bir kahkaha koptu. "Dokuz lira ha," dedi kendi kendine. "Efsanevi bir varoluş trajedisi için biraz düşük bir bütçe."  


Kafasında bu düşünce büyüdükçe kahkahası artmaya başladı. Rüzgar ve geceye inat, gülüyordu. Şehrin tam ortasında, intiharın kıyısında, hayatın absürtlüğü onu yakalamıştı. Hayatta hiçbir şey mantıklı değildi, ölüm bile.  


Ellerini demir parmaklıklardan çekti ve geri döndü. Parmak uçları soğuktan donmuştu ama bu umursadığı son şeydi. Hayat tuhaf bir oyundu ve Poyraz artık kuralları çözmeye çalışmıyordu.  


Şehir griydi ama onun içinde yeni bir kıvılcım vardı. Belki hâlâ kaybeden biriydi. Belki şiirleri asla basılmayacaktı. Ama yaşamak kendi başına bir isyandı ve bu bile başlı başına bir zaferdi.  


Kendi kendine mırıldandı: "Belki de yaşamak sadece absürtlüğe gülmek demektir."  


Eve doğru yürürken cebindeki dokuz lirayı havaya savurdu. Rüzgar parayı sürükleyip götürdü. O paranın peşinden koşmadı. Para da onun peşinden.

Artık hiçbir şey için de koşmak zorunda olmadığını biliyor ve yine yarını yaşamayı tercih edıyordu.