delilik hakkında düşündüğüm vakitlerde başıma (her zaman ne hakkında düşünürsem,ya da birini seversem o konu ile ilgili,o kişi ile ilgili bir şeyler illa ki yaşarım) birçok şey gelmişti.
toplumun yarattığı delilik kavramı üzerine de epey kafa yordum,bunu yer yer olumlu sıfat olarak gördüm. eh tabi ki olumlu olan birçok örnek ile de karşılaştım.
bu yazıda amacım deliliği romantize etmek değil,normalliğin aslında delilik diye bize kakalandığı gerçeğini anlatmaktır. asıl amaç normalliğe duyulan hasreti romantize etmek ve azıcıkta olsa o 'deli' sıfatına yaraşır olmaktır.
uzun yıllardır dostluk yaptığım bir abi var. ona bu delilik konusunu normal bir şekilde anlatmaya çalıştığımda bana kendisinin de zamanında akıl hastanesinde yattığını anlatmıştı,sebebi ise karamsar olmasıymış. çevreye uyum sağlayamaması,ailesinin isteğine itiraz edecek enerjiyi bulamadığı için bu durumu kabul edip yatması.
diğer bir olay mahallede deli diye adlandırılan bir teyzenin, yaptığım yardımlardan haberdar olup bana çocuklara vermem için 5 lira uzatması. bu kadına deli denmesinin sebebi de kocası öldükten sonra dışarıya çıkmayıp sadece camdan insanlar ile iletişime geçmesi.
diğer bir kişi ise ben kokoreç yerken içeri giren dünyalar güzeli 'kedimi kaybettim onu besleyecektim. önce onu doyurayım sonra kendimi' diyen bir kızın kokoreççi tarafından deli diye sıfatlandırılması. niye diye sorduğumda 'biraz saf,kedilerin peşinden koşuyor surekli' demesi...
bu 3 örneği de gördükten sonra bu konuda daha çok kafa yormaya başladım.
kafa yormalarım edebiyata da bulaştı elbet. ilk bu yazıyı yazma düşüncesini oluşturan olay bende başlığa da ismini veren kadıköy'de başıma gelen bir olaydı.
çoğunuzun bildiği gibi rıhtım tarafında çiçekçi ablalar her zaman tezgah açarlar. bir gün bu tezgahların önünden geçerken bir çiçekcinin yanında zihinsel/fiziksel engelli bir kız gördüm.
o çiçekçi yanındaki çiçekçiye dönüp 'yemek aldım ona,üst baş aldım,ped aldım' demesi ilgimi çekmişti.
kendi kendime düşündüm bu cümlenin üzerine bir süre...
'bu kız hem büyük bir oranda zihinsel,hem de fiziksel engelli. pedini nasıl kullanır? regli olduğunu nasıl anlar? biyolojisini psikolojikman reddederse bu akış durur mu?' sonra normallik üzerine düşündüm,normal regl olan bireyler o deli (?) kadının yerinde olmak ister miydi? o kadın acısına dayanabiliyor muydu o hissin? yoksa her delinin umursamamazlık seviyesine mi sahipti?
öyle ya benim kendi örneklerim dışında birçok zeki insanda tımarhane de hayatının bir bölümünü geçirmiş ve bu durum pekte umurlarında olmadan yine de yeteneklerinin zekâtını vermişler.
sibel torunoğlu,tezer özlü,paulo coelho...
ilk aklıma gelenler.
sibel torunoğlu akıl hastanesinde yatarken birde üzerine 'tımarhane günlüğüm' adında kitap yazmıştır.
özellikle kitabın şu bölümü okuduğunuz yazının sonuç bölümünü oluşturan en önemli metinlerden biridir:
"Egonun kapitalist bir yapı olduğunu daha önce belirtmiştim. Düzeni öyle kuruyorlar ki psikanalizcileri, psikiyatları da düzenin bekçisi yapıyorlar. Neymiş efendim: "Ego bozukluğu" "Evet efendim benim egom bozuk, ben egomdan nefret ediyorum. Çünkü yalnızca benim değil tüm insanların şahdamarından daha yakın olan egosu tatmin olmak ister. Bütün pislikler de buradan çıkar. Kapitalist toplumun en küçük birimi, çekirdek aile değil, egodur. Ben körüm, ben topalım, ben kısa boyluyum, ben komşum gibi bulaşık makinesi alamam, benim kocam onun kocasını dövemedi, benim yazdıklarımı kimse beğenmedi, benim sevgilim, benim köpeğim, ben anneme yaş gününde bir şey alamadım, ben başarısız oldum, o radyoloji profesörü oldu, ben böyle, ben şöyle....
Açıkçası "Ben"imizi çeke çeke uzatmalıyız ki dünyayı o monarşik düzen kaplasın. Kapitalist toplumlarda ego, monarşik ve hiyerarşik bir yapıdır. En tepede kral, yani "ben" sonra sırayla başkaları. Ben şimdiye kadar demokratik bir kişilik yapısıyla karşılaşmadım.
Sadede geleyim; mutsuz olmaya alışabildim. Mutsuzluk bir renk, bir frekans olabilirdi; mutluluk karşıtı olmasaydı. Kapitalist bir toplumda yaşadığımız için bizim egomuzu tatmin edip mutlu olmamızdan faydalanan bu sistemde, ben eğer egomu yok edebilirsem onlar için bir tehlike olurum. Şizofren olurum."
sibel böyle tanımlıyordu problemini.
deliliğin tarihi kitabının yazarı,okumaktan zevk aldığım foucault ise kitabının iki farklı sayfasında şunları söylüyordu,beni etkileyecek:
"Deliliğin hilesi ve yeni zaferi: onu psikoloji aracılığıyla ölçtüğünü, meşrulaştırdığını sanan bu dünya onun karşısında kendini meşrulaştımak zorundadır, çünkü harcadığı çaba ve tartışmalarının içinde kendini Nietzsche'nin, Van Gogh'un, Artaud'nun eserleri gibi eserlerin ölçüsüzlüğüne göre ölçmektedir. Ve onda hiçbir şey, özellikle de delilik hakkında bilebilecekleri, ona bu delilik eserlerinin onun meşrulaştırdığına dair güvence vermemektedir."
"Madem ki insan deliliğin içinde kendi gerçeğini keşfetmektedir, o halde bir iyileşme ancak kendi gerçeğinden ve kendi deliliğinin tabanından itibaren mümkündür. Deliliğin akıl-olmama'sında geri dönüşün aklı vardır ve eğer delinin kaybolduğu talihsiz nesnelliğin içinde hâlâ bir sır kaldıysa, bu iyileşmeyi mümkün kılan şeyin sırrıdır. Tıpkı hastalığın sağlığın tamamen kaybedilmesi olmaması gibi, delilik de "aklın soyut olarak kaybedilmesi" değil de, "hâlâ var olan akıldaki çelişki"dir, ve buna bağlı olarak "deliliğin insani, yani akla yakın olduğu kadar iyiliksever tedavisi... hastanın makul olduğunu ve onu bu yana çeke bilmek için burada sağlam bir nokta bulunduğunu varsaymaktadır."
bunlar ve benzer metinleri okumak toplumun delileri koyduğu yeri kafamda neredeyse komple değiştirmişti artık.
normali olan şeylerin delilik diye adlandırılması epey gülünç gelmeye başlamıştı ve hâlâ da bu gülünç durum bende devam etmekte...
sıradan ve olması gereken şeyin delilik,olmaması gereken şeyin ise normal sayıldığı bu postmodern çağın arasına sıkışmış ülkemizde psikiyatrlar veya psikologlar üzerine düşen görevi yapıp biz normaller (?) ve delileri (?) barıştırmalı,onları anlamayı herkese farz kılmalı.
zira delisiz devrim olmaz, çünkü onlar bizim yapmamız gereken şeyleri yaparlar:
yaptıkları ve inandıkları şeyler uğruna aşağılanmayı umursamazlar,
yapmacık davranmazlar canları ve zihinleri o an ne isterse yaparlar ve doğruyu yaptıklarını düşünüp dururlar,
düğünlere,etkinliklere gitme gibi zorunlulukları,zora ki naiflikleri yoktur,
devlet baskısını umursamazlar,kurallar onlar için yoktur,
istedikleri malzemeye,istedikleri değeri yüklerler ve marka gibi dertleri umursamadan bir sopaya bile Mercedes diyebilirler,
arkadaş edinmek gibi bir dertleri yoktur,insanlarda maksimum düzeyde nasıl faydalanırım diye düşünüp kedi gibi yaşamı tercih ederler,
doğada dahi bulunmayan akrabalık kavramı onlarda da yoktur,mecbur ilişkilere gelemezler,
istedikleri gibi söylenirler,kişiliklerini oluştururken hiç bir baskı altında kalmazlar,
küfür onlar için bir enstrümandır, 'hiç kibar degilsin' cümlesi siklerinde olmaz,
televizyon ya da haberler çokta tınlarındadır, yarın karınları doymasa bile yaşamaya çalışırlar, bir süre sonra ise isyan bayrağını çekerler,
kimseye kolay kolay kin-nefret duymazlar, eğer duyarlarsa hata duydukları kişidedir,
tanrı ile bir dertleri olmadığı gibi,faydalanma çabaları da yoktur,
özgürdürler, askerleri en fazla taklit ederler, GBT sorulduğunda '1,2,3,4,5' diye sayarlar gülerler,
cinsiyetmiş,ideolojiymiş,küresellesmeymiş hiçbir karşı kültür onları ilgilendirmez. kendisine saygı beklerler,mahallelerini savunurlar,
para onlar için demirdir,yenmeyeceği için sakız kadar değeri yoktur,
toplumun dayattığı kurallar onlar için sobe kuralları kadar bile değerli değildir,oy atıp vebal almazlar, toplum ahlakına inanıp hayal kırıklığına uğramazlar,
mülk onlar için yürüdükleri yoldan ibarettir,onlara özel tahsis edilmiştir,
popüler kültürde ikon olurlarsa iyidir,karınları doyar ama gidip dudak büzmeli fotoğraf atmazlar,
kültür ise 100'lerce tanımlardan bile hiçtir.
mazallah biz normaller de böyle delirirsek eğer kim yıkılmaktan kurtaracak tabularımızı?