15 Ağustos 2025 Cuma

gün 2/3 tayyar ahmetin sonlu günleri


kurşun… cebimde taşıyorum. kimi zaman anahtarlarımı karıştırırken parmağıma değiyor, soğukluğu hatırlatıyor kendini. 

küçük, sessiz, ama benden daha ağır. insan bazen bir kurşunla her şeyi çözebileceğini sanıyor; ama çoğu zaman kurşun hiçbir şeyi çözmez, sadece susturur. susmak bazen cesaret, bazen de teslimiyettir. suskunluğun ağırlığı omuzlarında bir taş gibi, ama taş ne kadar ağırsa o kadar sessizdir. sesim var, konuşabiliyorum, hatta bazen şarkı söylüyorum, ama çığlık olmuyor. çığlık dediğin, karşıdakinin kulak zarını yırtmalı; benimkiler sadece kendi kafatasımda yankılanıyor. içimde kalan ses, dışarı çıkarsa kirlenir diye korkuyorum.

geçen gece yavuz çetin anma konserindeydim. sahne kalabalıktı, huzur kokusu ağırdı, herkes “unutulmaz” diyordu. unutulmaz değildi; sadece hatırlıyormuş gibi yapan insanlar vardı. onların bakışları sahneye, sahnedeki ışıklara takılıydı; tıpkı benim bakışım gibi, ama benim bakışım içeriye, boşluğa, içimdeki telin gerilmesine de takılıydı. yavuz’un intiharı bir trajedi değil, trajedi yaşamak zorunda bırakıldığı yıllardı. köprüden atladığında gördüğü şehir ışıkları ona dekor gibi görünmüştür; sahte, ince, kırılmaya hazır. dekor yıkıldığında geriye sadece boşluk kalır. şarkılar çalarken gözüm sahneyle gökyüzü arasındaki o çizgiye takılı kaldı. orada, yaşamla ölüm arasındaki tel geriliydi. ben de o telin üzerinde dengemi kaybetmemeye çalışan bir akrobat gibiydim. düşmek ile durmak arasındaki fark, bazen bir nefes kadar inceydi. nefesin kalitesi ölçü değildir; çoğu zaman sadece süreyi belirler.

ışık gözlerime vuruyordu, sahteydi. gerçek ışığı hatırladım; plajda, bir led ekranın önünde, tuz tenimde, objektifin arkasında olduğun o günü. fotoğrafım vardı, yarım gülüşlü, hesapsız. geçen hafta gördüm onu. paylaşmak istedim ama vazgeçtim. çünkü o fotoğraftaki adamla şimdiki ben arasında mezar taşı ile diri beden kadar fark vardı. şimdiki ben, o adamın başarısız devamı. ve bazen düşünüyorum: insan, geçmişte yakaladığı ışığı hatırlayınca hâlâ nefes alabiliyor mu?

belki bu yüzden bazı şeyleri yazamıyorum. harfler benden kaçıyor. fazla asla değiller, ben eksiğim. kelimelerimi ucuz cümlelerde harcadım; sosyal medyada, saçma tartışmalarda, siyasetin çürümüş diyaloglarında.onlar kelimeleri de öldürüyor. her cümle, dudaklarından çıkarken lağım suyuna bulanıyor. söz, bazen silah kadar kirli olabilir. insan kendi kelimesini bir silah gibi hissetmeye başladığında… zaten kaybetmiştir.

konserden dönerken köprüden geçtim, camdan dışarı baktım. bir an yavuz’un gördüğü ışıkları gördüm sandım. hayat, köprüden aşağıya bakarken hissettiğin o kısa baş dönmesidir; uzun sürerse ya düşersin ya geri dönersin. ben hâlâ buradayım. yaşamak, belki de yaptığım en cesur, en korkak şey.

ve işin en kötüsü, kurşun hâlâ cebimde. bazen cebimdeki ağırlığın aslında bana ait olmadığını düşünüyorum. belki bir başkasının hikâyesine ait. belki de yıllar önce ölmüş birinin bana bıraktığı miras. onu elimden bırakmıyorum, çünkü bırakırsam ellerim boş kalacak. ellerim boş kalırsa… kendime tutunacak hiçbir şeyim olmayacak. boşluk insanı öldürmez, boşluk insanı yaşatmaz. boşluk, seni sakince bekler. beklemek, ölüme hazırlanmak kadar sessiz ve acımasızdır.

ben o kadar uzun süredir bekleniyorum ki, adımı unuttum. yarın belki hatırlarım… ya da hatırlamamayı seçerim. çünkü bazı isimler, ölmeden önce ölür. ve bazen insan, ölmeden önce susmak zorunda kalır. susmak, kelimeleri biriktirmek kadar ağırdır; biriktirdiğin her kelime, omuzlarına daha çok yük bindirir. bu yükle yürümek, her gün yeniden öğrenmek gerekir.

köprünün altındaki su sessizdi. her damla bir hayatın sonlanışı gibiydi; ben ise köprünün üstünde, geçmişle geleceğin arasında asılı kalmış bir gölge gibi yürüyordum. gecenin rüzgârı saçlarımı karıştırıyor, cebimdeki kurşunun ağırlığını hatırlatıyordu. ve düşündüm: bazı yükler, insanın taşımaya mahkûm olduğu tek mirastır. bazılarıysa, taşırken senin ölüp gitmeni ister. 

https://open.spotify.com/track/6XErXQ8MgZ8K2HVcK7zTy9?si=KFqHMM3ySNyY0xryOLPR9Q

11 Ağustos 2025 Pazartesi

gün 1/3 dağınık




kola ve kitap çaldım—ikisi de ucuz zaferlerdi ama günü yaşanır kılmaya yetti, kitap rafta bana bakıyordu, kapağındaki isim sanki “gel” dedi, kola ise market ışıklarının altında dizilmiş, soğuk camın ardında kendi kendine parlıyordu, kasadaki çocukla göz göze gelmedim, çünkü göz göze gelirsek belki vicdanım devreye girer diye, ama vicdan dediğin şey artık eski bir televizyon gibi, açmaya kalksan cızırtıdan başka bir şey çıkmıyor, suç ise sadece yakalanmadığında bir haktır, cebimde kola, çantamda kitap, elimde ucuz sakız—hepsi aynı şeyin farklı paketleri; işte kısa süreliğine hayata katlanma araçları. 

güzel sandığım bir sinema filmine bilet aldım, izlemek istediğimden değil, karanlık bir salonda iki saat boyunca kimseyle konuşmadan oturmak istedim, o koltukların sertliği bile bana evimden daha yumuşak geldi, film başlar başlamaz anladım ki bu hikâye hayatın ta kendisi gibi: başta merak uyandırıyor, sonra sıkıyor, sonra bitsin istiyorsun ama bitmiyor, hayat kötü bir filmde tuvalet sırası beklemek gibi; çıkarsan da kaçamıyorsun. başroldeki adamın yüzü hep aynı, kadın sürekli ağlıyor, fon müziği sahneden daha yorucu, yanımdaki adam mısır yiyor, her çıtırtıda beynimin içi kaşınıyor, önümdeki kadın telefonla mesajlaşıyor, ekran ışığı gözümü kamaştırıyor, yine de ona “kapatsana” demiyorum, çünkü insanlar bazen kendi sessizliğinde boğulmayı seçer, salondaki havada garip bir koku var; bayat parfüm, ter ve patlamış mısır karışımı—sanki herkes birbirinin mezarına doluşmuş bekliyor, film kötü ama kötü filmler bazen iyi gelir çünkü kötü bir şey izlerken kendini daha az önemsersin. 

Yemek ve kahveyi bedavaya getirme yöntemini bulursak hayat biraz daha çekilir olur, şu an tek lüksüm marketin indirim reyonu, marketteki kahve dediğin şey de kahve değil, ucuz, toz halinde, suya atınca kahveye benzeyen bir şey, tadı yanmış plastik gibi ama beynimin uyanması için başka çarem yok, fakir için kafein, zengin için terapi odasıdır kahve içmek. 

iş meselesi hâlâ koca bir karadelik, içine bakınca korkuyorsun, uzak durunca büyüyor. işsizken zamanın sahibi olacağını sanırsın ama işsizlik zamanın seni köpek gibi gezdirmesidir, zaman seni elinde evirip çevirir, sonra çöpe atar, sabahlar ve geceler birbirine karışır, yastığın soğuk tarafı bile ısınmadan yeni güne geçersin, bilgisayar başına geçiyorum, iş ilanı bakacağım diyorum, beş dakika sonra saçma sapan videolar izlerken buluyorum kendimi, kafamın içinde hep aynı cümle: “bir gün hallederim”, o gün hiçbir zaman gelmiyor, yarın bugünün daha pahalı versiyonu olacak, hayat hep ertelediğim şeylerin çöplüğüne dönüşüyor.

bi yere gittim geçenlerde, sözde halkın sesi, sözde yeni düzen, yalan; o masalarda oturanların gözünde ezilen diye bir kategori yok, sadece kendine oy veren orospu çocuklarının listesini tutuyorlar, onlarla çalışmayı tercih ediyorlar çünkü fakirin sesi yüksek değil, sadece boğuk bir uğultu gibi, ezilenin gözyaşını ölçmek için cetvel yok, orada bana çay ikram ettiler, gülerek konuştular, ama konu dönüp dolaşıp “kim bize ne kadar fayda sağlar”a geldi, insan hayatını excel tablosu gibi görenlerle aynı odada durmak insana mide bulandırıcı bir yetenek kazandırıyor: sesini çıkarmadan iğrenmek, siyaset fakirin kanını laboratuvarda test edip üstüne viski içmektir. 

ne yapıyorum ben burada, saçlarını deli gibi çekip düzeltmeni özledim, insanlar bazen saçlarını çeker, bazen içini, sen ikisini birden yapardın, şimdi sadece kendi saçlarımı çekiyorum, ama onlar senin saçların kadar direnmiyor, senin saçların hep geri dönmeyi bilirdi, benimkilerse kopup gidiyor. 

fakir ve cool görünen yazarlar benimle tanışmaya gelsin, mahalleye, pazarın dağıldığı o pazar yerine, yerde ezilmiş domatesler, çürük biberler, yağmurun içinde bozulmuş maydanoz demetleri, soğumuş simit, yarım kalmış hayatlar, indirim reyonunun önünde sıra bekleyen sessiz insanlar, roman yazmak için değil yaşamak için gelsinler, yazmak için değil açlıktan ölmemek için nefes alınan yerler vardır, fakirlik romanlarda olduğu gibi derinlik katmaz, sadece sesini kısar, seni görünmez yapar. 

hayat çalabildiğin kadar güzel, çalamadığında bakmak zorundasın ve bakmak dokunmaktan daha acı verir, bakmak ruhun dişlerini gıcırdatmasıdır, bakmak insanı kemiren bir kurt gibi, önce gözlerinden başlar, sonra beynine ulaşır.

ileride olacak sanırsın, umut edersin ama umut bazen boş bir ayakkabı kutusudur, içinde hiçbir şey yoktur çöpe atarsan bir daha yerine koyamazsın, belki bir gün biri içine bir şey koyar diye saklarsın ama yıllar geçtikçe o kutu tozlanır, kapağı eğilir, hâlâ boş olduğunu bilerek saklarsın, umut: kirlenmiş beyaz çamaşır gibidir; ne kadar yıkarsan yıka artık aynı değil. 

bazen düşünüyorum, belki de ben sadece figüranım, hayat başkasının filmi, ben arka masada çay içen sessiz tipim, adımı bilmen gerekmiyor çünkü senin de bilmediğin bir sürü adın var, figüran olmak sahnede kimse bakmazken ölmek gibidir. 

insan bazen kendi hayatını radyodan dinlemek ister, başka biri okusun cümlelerini, sen sadece dinle, kendi sesini duymak kendine küfretmek gibidir, kendi sesine katlanmak bazen dünyanın en zor işi, çünkü sesin kelimelerden daha fazla şey taşır. 

günler tıpkı bu yazdıklarım gibi birbirine karışıyor, dünle yarın arasında kalan bu tuhaf boşlukta tek değişen şey kaç saat uyuduğum, bazen dört saat, bazen on iki, zamanın akışını artık uyku saatlerim belirliyor, hayatım tıpkı mahalledeki kedilerin dolaştığı arka sokak gibi; aynı çöp kutuları, aynı duvar yazıları, aynı köşede bekleyen aynı adam, sadece yağmur yağdığında farklı oluyor, o da en fazla üç saat. 

ve biliyorum yarın da böyle olacak, belki yine bir şey çalarım, belki bir şey çalamam ve sadece bakarım, ama kesin olan tek şey şu: hayat, ne kadar uğraşırsan uğraş senden hep fazlasını ister, senin veremeyeceğin kadar fazlasını, insan nefes almanın bile kiraya tabi olduğunu fark ettiğinde fakirleşir, elini cebine attığında boş bulmanı, kafana uzanan gökyüzünün bile sana ait olmadığını, kirli havayı bile sana pahalıya satabileceklerini bilerek yaşarsın.

https://open.spotify.com/track/3oY7snuPVu6cWSU8tfXR4T?si=4x-dnt19QBWc12EOZ611MQ

19 Haziran 2025 Perşembe

et


Ben bir sabah uyanmadım; kendimi çarşaflara kusmuş buldum. Dilim damağıma yapışmış, boğazımda gece boyu biriken hayallerin pıhtıları vardı. Midem, sanki içimdeki çocukluğumu sindirmeye çalışıyordu. Olmamış, olmaması gereken bir şeyin posasını çıkartmaya çalışır gibi kasılıyordu. Yatakta kıvrılmıştım, insan değil, bir atığın sabahı gibiydim. Ve dünyadaki tüm inançların tanrıları terlerimden birer damlaya dönüşmüş, sırtımdan akıyorlardı. 


Tenim yapış yapış, ruhum kokmuştu. Bu bir metafor değil. Gerçekten kokuyorum. Koltukaltı değil, ayak değil, hayır… Ruhum kokuyor. İçimden dışarı çıkan bir çürümüşlük var. Kendi varlığıma duyduğum tiksinti. 


Yastığımda her sabah kendime ait bir mezar suyu buluyorum. Uyandıkça bir kürek daha toprak atılıyor bedenime. 


Kendimi bir trenin altında düşünmüyorum artık. Düşünmek fazla romantik. Artık sadece parçalanmak istiyorum. Etimin raylara bulaşıp sabah yolcularının ayakkabısına sinmesini, birinin kahvesine damlamasını, bir çocuğun o kan lekesini anlamadan seyre dalmasını istiyorum. Ben ölmüyorum ben dağılmak istiyorum. Hücrelerim birbirine küsmüş; her biri kendi intiharını planlıyor.


Sevilmek mi? Dokunulmak mı? Sıcak bir kucağın içinde güven bulmak mı? Bu dilde bu kelimeler çoktan paslandı. Çünkü o bıçakla daha önce birçok yalan soyuldu. Sevgiyle değil, tiksintiyle beslenen o tiplere dönüşmeye ramak kaldı. Eller bana sadece itme hissini hatırlatıyor; çekmek için değil, fırlatmak için yaratıldılar.


Ben ne bir beynin mimarı olabildim, ne de bir cesedin kasığını yaran bir doktor. Ben sadece seyrettim; beyinler kendi kendine erirken, kalpler atmayı keserken, insanlar birbirini öperken içlerinden nefret ederken… Seyrettim. Şair de olamadım. Ben kelimeleri sevişmek için değil, tükürmek için kullandım. Dilimden çıkan her şey, içimde bir ceninin ölüşünü anlattı.


Bir gün aynaya baktım. Suratım yoktu. Sadece bir çukur. Gözlerim erimişti, burun bir çarpıklığa dönüşmüş, dudaklarım kelime taşıyamayacak kadar şişmişti. Etin bile anlamı kalmamıştı. Eskiden et bir arzuydu; şimdi ise sadece ağırlık. Taşıdığım bir leş gibi. Kendi cesedimi her sabah omzuma atıp, kahve içmeye gidiyorum. 


İnsanlar bana baktığında "yorgun musun" diyor. Onlara yorgunluk nedir anlatamıyorum. Çünkü bu bir yorgunluk değil; bu bir terk edilmişlik. Annenin son kez sana sarılmadan ölmesi gibi. Babanın adını hatırlamaman gibi. Sevgilin seni öperken başka birinin adını düşünmesi gibi. Bu, kokuşmuş bir yalnızlık. İçinde kurtlanan bir aidiyetsizlik.


Kadınları sevmedim. Erkekleri de. İnsanları sevmedim. Sadece izledim. Sevişen bedenleri, birbirinin üzerine boşalan çığlıkları, sonra boş gözlerle tavana bakan suratları… Hiçbirinde bir anlam görmedim. Her ilişki bir yalanın içine boşalıyor. Halbuki iç çamaşırında kalan spermin, sakso sonrası bulunan saçın bile bir amacı var. 


Bir kadını soyunurken izledim bir gece.

Ama içim kıpırdamadı.

Ne arzu, ne istek.

Sadece şu düşünce:

“Tenin, ne kadar güzel gizliyor altındaki lağımı.”


Ben arzu değilim. Ben sadece içsel bir çığlığım. Bastırılmış bir kedi ölüsü gibi. Mastürbasyonlarımda zevk değil, kendime nefret kusuyorum. Bittiğim yerde başlamak isteyen bir karanlık var. Ve her gece ona biraz daha yaklaşıyorum.


Sokakta bir çocuğun ağlamasını duydum geçen gün. Bir anne susturmaya çalışıyordu. Kadına baktım. İçimden geçeni söylesem beni linç ederlerdi. Ama ben kadını susturmak istedim. Çocuğu değil. Çünkü o çığlık benim duyamadığım çığlığımdı. O bebek ben olmalıydım. Ve o kadının göğsü değil, benim dişlerimle söktüğüm suçluluk doyurmalıydı beni.


Benim karnım tok ama içim aç. Açım. Etle değil, çamurla beslenmek istiyorum. Güzel bir kadının kolunu ısırmak istiyorum. Damarını dişimle patlatmak. Dudaklarımda kanın sıcaklığıyla ağlamak. Bunu şehvetle değil, lanetle istiyorum. Çünkü güzel şeyleri yok etmeden duramıyorum. Güzel olan bana karşı işlenmiş bir suç gibi.



İnsanlar ne zaman başlarını yastığa koyar, ben beynimi duvara vururum. Onlar dua eder, ben küfrederim. Onlar umut eder, ben umutsuzluğu överim. Onlar yaşar gibi yapar, ben yaşayamamaktan haz alırım. Çünkü gerçeklik bana göre değil. Ben kurguyum, pislikten yapılmış bir öyküyüm. Sayfalarım yırtık, kelimelerim tırtıklı. Ve kimse beni baştan sona okumaya cesaret edemez.

Ayakta durduğuma bakma çünkü omurgamda isyan var.

Her adım, topuğumda patlayan bir isyan. 

Ben kendimden sıkıldım. Ama çıkış yok. Her sabah gözlerimi açıyorum. Aynı kabusun devam filmi gibi. Her bölümde biraz daha az insan kalıyorum. Dişlerim eksiliyor, tırnaklarım geriye çekiliyor, tenimin altında başka bir şey kıpırdıyor. Ve bu "başka şey", asıl ben. Ve onun özgür kalması, dünyanın sonu olur.

Ciğerlerim sigara değil, pişmanlıkla dolu. Her nefes, birinin yankısı.

Benim tenimle temas eden herkes kanar. 

En derin yerinden. 

https://open.spotify.com/track/11u8c6LbxMGj5JmwYCJoo0?si=OfK7XODTS5Or2FVcpq0AtQ


30 Nisan 2025 Çarşamba

ben muhammed peygamber değilim

"Emirhan bana bir dosya vermişti, çok sert yazdığı için yumuşatmasını söyledim o da yumuşatmadı ve bu yüzden basamadık kitabını" (hepinizin tanıdığı ünlü bir yazar) 







"Vel Asr innel insane lefi husr" dediğinden beri Allah dünya ziyanlık içinde. 


Ve benden yumuşak söylememi istiyorlar cümlelerimi. 


Dünya bir rivayetime göre penisin ucunda dönmesini tamamlarken ve acımasızca öldürülürken yalancı Galileo kimse 'yumuşak şeyler' beklemesin. 


Duvarlara sertçe tekrar tekrar çarpmak lazım, kafan kanayana kadar iz bırakmak asıl yakışandır. 


Silahlar ağızda bir sakso aletine dönmesin diyedir çabam, 

Yoksa o kız bu kız o şarkıları benim için dinlemiş/dinlememiş değildir ilhamım. 


Çok çok olsa beş kuruş kazanmadan giden Syd Barrett için yazardım. 


Duvarlara renkli döl kutularından grafiti çizenler korkmaz kimseden, ve yazarken bende tanımam tanrıyı. 


O beni tanıyor ise ahirette bir imza dalaşı olabilir aramızda. 


Yezidi kadınların hüsran ve acısı ortada iken ne diye korkacakmışım feminist örgütlerin küfüre olan hassasiyetlerinden? 


"Bu am", " Bu göt" , "Bak bu da sik" demek incitmez kimseyi. 


Asıl inciten insanları, 

Savaşı ve intiharları romantik şiirlere hapsedenlerdir. 


9 yaşında tecavüze uğrayan kimseye acıyamam, çok isterseniz kavgaya tutuşurum. 


Aşk acısı yaşayan birinin acısını dindirmek için ona şiir vermek benim işim değil. 


Benim işim ona ayrılık acısını dibine kadar hissettirmektir.


Orospuluğu öğretmek birine, 

Ya da siktir etmek hüznü, 

Zaman zaman daha zor, 

Zaman zaman daha kolay. 


Ben ilkini tercih eder ve veririm elinize, elinizde ne hayal ederseniz. 


"Sikin kalkmaz evladım, bu kadar dert fazla" diye tavsiyeler verir, sikinin kalkmama nedenlerini anlatırım sana. 


Çok istersen, terapistin çözümün sen olduğun yalanını söyler sana. 


Sik kaldırmayan dertler kötüdür, kaldırma sorununu anlatamamak daha da kötüdür. 


Bunu anlatılmayacak hale getirenler ise "yumuşak yaz" diyen, sistemin gizli köpekleridir.


Ben demiyorum dağıt vücut sıvılarını, dağıt küfürlerini her yere diye. 


Ama kötü mü olur iyi insanlar spermlerini sabahları gözlerine sürmek yerine topluma dağıtsa ve iyi kadınlar kolyelerde taşısalar onları? 


Ben falcı değilim, 

Avutmak için seni, 

Söyleyemem o tılsımlı cümleleri. 


Daracık dünyanın dertleri, 

Kalemimden dökülürken, 

"Göğüsümü genişlet yarabbi" diye dua edemem. 


Muhammed peygamberde değilim, 

Göğüsüm genişlet yarabbi diye dua diyemem ve bir melek gelip kirleri * işareti ile sansürlemez.


İyi ki de değilim, 

Hayatı şüphelerle yaşamak çok daha güzel. 


O 'emin' olanlardandı. 


Evren benim yüzü suyu hürmetime yaratılsaydı utanırdım zaten. 


Bir Afgan'ın yakıldığı, 

Köşede mızıka çalıp ağlayan kadının geçmişte tecavüze uğradığı hikayeyi, 

Long Runner gibi bir atın sakatlandığı evren benim uğruma yaratılsa çoktan kavga ederdim yaratan ile. 


Bira içmem, 

İçeni de çok tasvip etmem ama bu değildir diliniz bardan kafelere geçince yumuşamalı. 


Madem öyle beyler, 

Alın içkinizi, 

Türkiye'den giden petrolle ölen Filistinli çocukları sikici sözlerle anlatalım müsait zamanınızda. 


Çay sizi sıkıcı yapıyorsa, biranız sikici yapsın.


Parasız gezmeyi romantize etmek yerine, otobüsün peşinden koşup son anda kaçıran adamın duraktakilere rezil oluşunu yazalım.

Gerçek olmayan düşleri romantize etmek kolaydır, aslolan utancı ve bir insanın başka insana/insanlara karşı yaşadığı buhranları anlatmaktır. 


Bu dünya annelerin sütü ile değil, babaların mecbur bırakıldığı yumruklar ile inşa edilmiş, 

Doğduğun an tokadı yer sonra Mike Tyson'a evrilirsin. 


Ben cümle kurarken dilim, 

Yazarken kalemim kanıyor. 


Aç çocukların gözlerini anlatacak bir kitaba daha rastlamadım, 

Gecenin sessizliğini bazen bir siren sesi ile nasıl bozarsa polis arabası, 

Sözcüklerinde korna olmak zorundadır. 


Sen imla ile yazarlık dersi vermeye devam et, 

Ben dünyadan intikam peşindeyim.


https://open.spotify.com/track/1Jmqubf9kGkWeYQXQKImL5?si=ucTm5cNmRFCLun1KpAgotw

10 Nisan 2025 Perşembe

karanlık zamanlarda insan kalmak




Bir yenilgi daha tattığım günlerden biriydi. 

Boğazım düğüm düğüm evin yolunu tutmuşken ileri durakta bekleyen bir kadın gözüme çarptı. 

Biri 'nasılsın' diye sorsa ağlayacak, dokunsa ise tikim tutacak ve gülecek haldeydim. 

Kadının durakta beklediği otobüs durmamıştı, kızgın bir şekilde bana dönüp "Ablacım burada durmuyor mu bunlar?" diye sordu. 

"Abla ileride bir durak daha var, belediyenin otobüsleri orada duruyor galiba" dedim. 

Sonra yoluma hiçbirşey olmamış gibi devam ettim. 

Tek olan şey benimde belediye otobüslerinin sadece o durakta durduğunu farketmem oldu. 

O an düşündüm ve bazı şeylere yine tekrardan emin oldum. 

Hayat saçma ve yine Duschamp'ın dediği gibi 'saçma' zamanla anlam kazanıyor. 

Birgün ise yaşı büyük bir tanıdığımın yenilgilerini ve geçmişini sorguladığı anına denk gelmiştim, 1 saat sonra ise hiçbir şey olmamış gibi elinde kendine (sadece kendine) aldığı bir tüp leblebi tozu ile eve döndüğünü, bana arkası, önü sokak ile cama dönük bir şekilde mutlu ruh hali ile hüplettiğini görmüştüm. 

Bu kadar karmaşa ve geri dönülemeyecek durumlar/hatalar karşısında nasıl olur da insan kalma dürtüsünü benimseyebiliyoruz?

Ya da "insan olmak", "insan olmanın özünü kavramak", "karanlık zamanlarımızda insan kalmak" nasıl mümkün olabiliyor?

Bana otobüs soran ablaya bir filmdeymişim gibi cevap vermeden geçmek, belki ondan da küfür yemek mi beni daha insan yapardı? Yoksa cevap verdiğim an mı saçmaya düştüm? 


Bugün Gazze'de, dün Ramallah'da olanlar olmaya devam ediyorken benim hergün kahve içip etrafımda bilindiğim kimliğimin üzerine insanlara neşe vermeye çalışma görevim devam mı etmeli? 


Yoksa bir sürede olsa bu kimliğimi (yani beni ben yapan bazı özellikleri) terk edip haykırmam mı gerekir? 

Hem kendime olam zulmümü, hem insanlığa zulmü. 

Kafası kopuk bedenlerde romantizm türetmek yerine, kimseyi incitmeyecek bir mizah ile mi insan kalırım bu zamanda? 


Yoksa bir yasa mı bürünmeliyim kimsenin görüp duyamacağı masalarda?

Bir aşk yenilgisinden daha çıktığımızda ne olması gerekiyor mesela? 

Soyutlanıp kendi içimize mi dönmemiz lazım, yine sevgiliye mi anlatmamız lazım, herkese acımızın büyüklüğünden bahsedip 301 genci bir anlığına bile olsa unutmamız mı lazım? 

Hangisi bunların insan özelliği? 

Nedir insanı karanlık zamanlada beşerden ayıran? 

Küçük bir kız çocuğu hayali ile yoğurulurken içim, bunun için hiçbirşey yapmadığımı farkediyorum. 

Sanki yarın 3-4.koşuda kazanacak atı bilmek daha önemli gibi geliyor bana. 

Oysa insan olmak 'doğmak, büyümek (üremek, çalışmak) ve ölmek (toplumun kabul edeceği başarılı bir ölüm) olarak anlatıldı bize. 

Hangisine önem vermem gerekir öyleyse?

"Seni seviyorum" demek ile "Yüzüne boşalabilir miyim?" hangisi daha insancıl bir soru gibi geliyor size? 

Biri diğerine bağlı olmadan devam eden bir süreç, saf/karşılıksız.

Biri ise diğerinin rızasını gözeterek izin alınan, sevginin kimine göre en saf hallerinden olan bir sevişmenin sonucu olarak karşımıza çıkıyor. 

Kafka'nın, şatoya ya da mahkeme salonuna çıkamaması bize acı ya da varoluş sorgulaması vermiyor da okurken haz alıyorsak bir şeyler pek olması gibi gitmiyor demektir. 

Kim birinin bu kadar sıkışmasımdan zevk alabilir ki? 

Anlamıyorum,anlatamıyorum, seziyorum. 

Sisifos'u bir kişisel gelişim ürünü haline getiren yavşak dolu seminerlerde 'pes etmeyin, işte bakın Sisifos' diye anlatan ve Sisifos'a acımayan insanların olması da pek insansı gelmiyor bana. 

Kimse Sisifos'u örnek gösterip, gençliğinden bu yana üniversitenin koridorunu temizleyen babamı daha az bir tanrı olarak göstermesin. 

Saçma. 

Heisenberg koca bir doğayı saçma bulmuştu, 

Godot'u bekleyenler aramayı saçma bulmuştu, 

Ivan oğlunu öldürdüğünde insan olmuştu, 

Bende bu karanlık zamanlarda insan olmayı 'insancıl' kalmanın yollarını aramayı saçma bulmak üzereyim. 

Her acı, her kötü gün, her anı... 

Yanımızdan geçiyor. 

Peki ya 'insancıl'ı 'insan'dan ayıran nedir? 

Bilmiyorum.


https://open.spotify.com/track/5gF3lRbpXJQAy72XOczS1w?si=R_wMAwC8ScOV_tbeKnhygQ



6 Nisan 2025 Pazar

bakın şu çocuğa



bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

merdivenlerden yukarıya istemeye istemeye çıkarken, 

ölüme giden kaç basamak kaldığını düşünüyor, 

rüzgârın taşıdığı soba dumanına karıştıracak ona kalsa şimdi ruhunu, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabaha dair umutları sıcak havada hiç hareket etmeyen bir perde gibi, 

yıldızsız gökyüzünde kaybolan hayallerine dokunmaya çalışıyor, 

her mürekkepte biraz daha eksilen bir hikâye yazıyor, 

damıtıyor ellerine. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir fincan kahvenin dumanında geçmişinde kalanların silüetlerini görüyor, 

eski fotoğrafların sararmış kenarlarında ağlayan yüzler  

hayatın oyununda rolünü unutmuş bir aktör gibi kalıyor, 

bir replik ile unutulmaz olacağını zannetmiş. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

denizin dalgasıyla savrulan yaşam kırıntılarını topluyor, 

dalga sesi içinde bir ağıt arıyor, 

kumun arasında kaybolan sevinçlerini takip ediyor, 

onlar da plaja karışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

kışın ilk karında donmuş bir yaprak misali titriyor,  

içindeki fırtınayı bastırmak için sessizliğe sarılıyor, 

her kar tanesinde biraz daha üşüyen bir yürek taşıyor, 

ısıtmak için prometheus'u geri bekliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bahar çiçeklerinin renkleri bile ona anlamsız geliyor, 

taze yeşilliklerin kokusunda geçecek bir baharın daha acısını hissediyor, 

'bu bahar kuşlar bana konsa, ben kırılsam dal yerine' diye düşlüyor, 

ama ne rengi yeşil, ne de boyu uzun. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

rotasını yitirmiş bir gemi misali 

gökyüzündeki işaretlere bakarak bir pusula keşfetmeye çalışıyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

eski bir romanın sayfalarında kaybolmuş bir karakter gibi  

yazarı unutmuş, sonunu bekleyen bir hikâye, 

kalem tükendiği için yazılamayan umutlarla dolu bir sayfa, 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor  

son satırda bitmeyen bir şiirin eksik mısrası, 

yazarı olmayan bir hikâyenin kahramanı, 

sonsuzluğa uzanan bir boşluk taşıyor, 

ne kadar uzansa o kadar kötü. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

en fazla onun zihni kadar yaşlı olan bir melodinin notalarında kendini buluyor, 

her tonda biraz daha kokan bir beste, 

bitmeyen ağıt gibi çalan bir şarkı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çöp konteynerinin dibinde annesinin düşürdüğü bebekliğini buldu, 

üzerine kusulmuş bir hatırayla göz göze geldi o sabah  

bir köpek gibi kovuldu evden ve o gün köpek gibi davranmak istedi sadece. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

geri dönüp kendini çivilediği odada günlerce çürüyen bir et gibi yattı, 

aynalarda yüzünü değil, çürümekte olan bir domuz leşi gördü, 

ve hâlâ nefes alıyor olması mide bulandırıcıydı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir morgun serinliğine aşık oldu şahit olduğu cinayet sonrasında, 

orada kimse soru sormuyor, kimse onu bilmiyordu, 

soğuk metal bir çekmeceye yatmak huzurunu arzuladı. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

kadınların gözünde ya bir tehdit ya bir şaka olarak yaşadı, 

onlara çiçek uzattığında dillerden kazınmış küfürler aldı, 

şimdi mezarına güzel bir mezarlık gülü aramak daha mantıklı geliyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir intihar notu bırakmak istiyor ama kimsenin okumasını istemiyor, 

özür dilediğimi bilseler yeter diyor içinden.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

çocukken oyuncak sanıp içini kustuğu jilet kutusunu hâlâ saklıyor, 

bir gün “belki işe yarar” dediği şeyler arasında o da var, 

düşün ki ölüm aletini bile yedek parça gibi görmüş yıllarca. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir babanın sarhoş yumruğunda büyüdü, dişlerini yastıkla susturdu ve kanattı etlerini,

her kemik sesi bir dua gibiydi Tanrı’ya; “öldür beni” diye yalvardı

ama Tanrı sağırdı, ya da sadece gülüyordu uzaktan. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

“garip” dediler, “tuhaf” dediler, bir de “yanına oturmayın”  

teneffüslerde kendi gölgesiyle konuştu, o bile zamanla gitmedi, 

şimdi insanlara değil, eşyalara güveniyor ve hep alıyor işte birşeyler. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir kadına âşık oldu, cüzdanındaki fotoğrafla konuştu bir yıl, 

adını bir kere söyledi diye üç gün boyunca ağladı, 

çünkü isminin bir dudaktan çıkması mucize gibiydi ona. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

hastane koridorunda annesinin ölüsünü üç saat bekledi, 

üzerine titrediği kadına bile son bir “anne” diyemedi, 

şimdi kimseye seslenemiyor. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

bir gün metroda yere yığıldı, kimse dokunmadı bile, 

sadece biri video çekti, sonra “manyakmış” yazdı yorumlara, 

ölüm bile değil bazen, bu kadar yalnız hissettiren şey. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

sabahları kendine çorap giydirmeyi başarırsan “yaşıyorsun” diyor 

ayakta durmak artık fizik değil, irade değil, lanet. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor, 

ama bunu biri duysun istemiyor, biri “kurtarayım” demesin  

çünkü kurtarılmak istemek için önce yaşamayı istemen gerekir  

oysa o sadece güzelce, kimseyi üzmeden yok olmak istiyor.


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

ayaklarında yara, çürümüş tırnakları kanıyor,

sokakta yatıyor bazen, lağım kokusu genzini yakıyor,

fareler kemiriyor battaniyesini, o titriyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

midesi boş, kurtlar gibi uluyor açlıktan,

çöpten topladığı ekmek küflü, dişleri dökülüyor,

kusmuk boğazında, yutkunamıyor, ağlıyor zuladan.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

gözleri sararmış, karaciğeri iflas etmiş,

kolunda iğne izleri, deri pullanıp soyuluyor,

bir köşede sızıyor, sinekler yüzünde geziyor.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

Annesi mezarda, kurtlar kemiklerini yiyor,

babası vurulmuş, kafası dağılmış taşlara,

o ise hatırlıyor, kan kokusu hâlâ burnunda. 


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

elleriyle kazıyor, toprağı tırmalıyor çaresiz,

kendi mezarını hazırlıyor, solucanlar bekliyor,

bedenini çürütmek için sabırsız, o nefessiz.  


bakın şu çocuğa 28 yaşında ölmek istiyor,

aynada artık yüzü yok, çürüyor sanki canlı canlı,

dudakları çatlamış, kurtçuklar diş etlerine doluyor,

"Bitsin," diye inliyor, ama artık öyle bir an ki ölüm bile ondan tiksiniyor.


https://open.spotify.com/track/0y1eaipbcP50xp6WLgJtuv?si=gdb3j3vUTbSRC9nX09Siyg



27 Mart 2025 Perşembe

keşke ölseydim




Keşke ölseydim,  

sabahları haberleri açmazdım,  

adamların birbirini paramparça ettiği manşetleri görmezdim,  

çocukların cansız yattığı sokakları hafızama kazımazdım,  

birkaç ölüye üzülüp, sonra kahvaltıya oturmazdım.  


Keşke ölseydim,  

toprak sadece ölüleri değil, yalanları da örtseydi,  

bayrakları kanla yıkayıp, şereften bahsetmeselerdi,  

açlıktan ölen çocukların istatistik olmadığını bilselerdi,  

ve her şeye rağmen hâlâ alkış tutanlar,  

aynaya bakınca insan görmeselerdi.  


Keşke ölseydim,  

adamın biri çıkıp "şehitler ölmez" demeseydi,  

annesi kefeni koklarken, mikrofon uzatmasalardı,  

tabutuna bayrak serip, üstüne basanlarla aynı toprakta yatmasaydı,  

ve biri daha cebini doldururken,  

kuru bir duaya razı gelmeseydi.


Keşke ölseydim,  

zihnimde yankılanan siren sesleri olmazdı,  

ayakta kalmak için üç kuruşa ömrünü satanları görmez, 

ekmeğimi başkaları paylaşırdı. 


Keşke ölseydim,  

yok olanların da bir sesi olduğunu bilmezdim,  

sustukça daha çok duyulan,  

geceleri kafamda nostaljik bir fısıltıya dönüşen.


Kimseye küsmezdim,

Kimseden ayrılmazdım.

Babamın şahsına münhasır mutluluğunu anlamaya çalışmaz, 

Ölen ninemin yorganından sökülen ince ipler onun ince kefenini hatırlatıp üzmezdi beni. 


Keşke ölseydim,  

ölüm bir son olsaydı mesela,  

uyanıp her gün aynı kabusu görmeseydim,  

ölüler gömülseydi gerçekten,  

ve diriler, çukurları sadece ayakta durmak için kazmasaydı.  


Keşke ölseydim,  

bir ülke haritadan silinmezdi belki,  

ölüler, doğum oranından hızlı artmazdı,  

ve sokaklar, kan kokusunu unutmayı başarırdı.  


Keşke ölseydim,  

insanlık bir kelime oyunu olmasaydı,  

vicdan, dilin ucunda tükenen bir ses olmasaydı,  

birini susturmanın yolu, hep ölüm olmasaydı,  

ve bütün bunları ben de anlatmak zorunda kalmasaydım.


Keşke ölseydim,  

gözyaşı silmenin bir meslek olduğunu bilmezdim,  

yetimhaneler ve taziye evleri birbirine karışmazdı,  

insanlar birbirini unutmazdı,  

ev sahibi, araba sahibi olmayı bu kadar umursamaz,

unutmayı bir kaçış sanmazdım.  


Keşke ölseydim,  

paranın her şey olduğunu öğrenmezdim,  

birkaç kişi daha fazla kazansın diye bir mahallenin yok olmasını görmezdim,  

gazete sayfalarına sıkıştırılmış hayatlara rastlamazdım,  

kimsenin ismi, haberin dibindeki italik yazıda yer almazdı.  


Ama ben ölmedim.  

Ve sokakları izliyorum.  

Duvarlara yazılan "katil devlet" yazılarını,  

sabah silinen, akşam tekrar yazılan harfleri,  

biri ölüyor, biri yazıyor.  

Biri susuyor, biri bağırıyor.  

Ve sabah, biri yine siliyor.  


Keşke ölseydim,  

çocukların büyüyünce polis ya da mahkum olmak zorunda kaldığını bilmezdim,  

mümkün dünyaların en iyisi hayalini kurmazdım,  

insanların birbirine daha az benzediği bir yerde nefes alırdım,  

bir kafede oturup, kimse görmeden kahvemi içerdim.  


Keşke ölseydim,  

kitaplar yasaklanmasaydı,  

ölmeden önce okumam gereken kitaplar diye bir liste yapmazdım,  

çünkü ölümden önce yapılması gereken başka şeyler olurdu,  

ya da hiçbir şey olmazdı, sadece yaşardım.  


Keşke ölseydim,  

bu kirli sahnede, yalanların zehriyle boğuşan bir beden,  

sistem yalanının, parmak uçları kadar hassas adımlarında  

acı bir mizansen, öfkenin küfür dolu senfonisi olsun istedim.


Keşke ölseydim,  

çünkü bu dünya, lanetli bir tiyatro;  

yalan dolu liderlerin boğuk sitemleri,  

sokaklarda yankılanan ölümler ve küfürler arasında  

gerçeklik, bir hayal gibi savruluyor,  

ve biz, çürümüş umutların küllerinde

kendimizi ararken, bir damla bile olsa suskunlukla boğuluyoruz.


Keşke ölseydim,  

ama her ölüm, bir direniş ateşi;  

acı dolu küfürlerin, içimizde yankılanan isyanın  

sessiz bir çığlığına dönüşürken,  

ölüm, bazen yıkımın ötesinde,  

bir uyanışın habercisi,  

bir yanık şiirin en sert mısrası olur.


Keşke ölseydim,  

ama yokluğumda belki sesimi duymayacaktınız;  

gözlerinizde eriyen, mahkûm bir gerçeğin izinde  

her adım, bir sorgu, bir küfürle yeniden doğarken,  

devletin kirli yüzünü,  

sokakların çürük yanlarını,  

her bir yalanın ve küfürün altında  

kendinizi yeniden bulacaksınız.


Keşke ölseydim,  

ama her damla öfke, her kırık umut  

bu düzenin acımasız aynasında  

siz sorgulamayanların, sessiz kalanların  

en derin yaralarını açığa vurur;  

ve belki de, bu yıkımın ortasında  

gerçeklik,  

bir küfürün, bir ömrün,  

sonsuz bir direnişin adı olur.


Ama ben ölmedim.  

Ve gözlerimi kapatınca bile duyuyorum her şeyi.  

Bir annenin çığlığını,  ,  

Bir adamın son kahkahasını.  

Sanki bunların hiçbiri olmamış gibi.  


Keşke ölseydim,  

ama ölmek bir şeyleri değiştirmiyor.  

Ne kadar çok insan ölse de,  

birileri yaşamaya devam ediyor.  

Gülüyor, eğleniyor, unutuyor.  

Ölüm bir son değil, bir haber başlığı sadece.  

Ve yarın başka bir başlık var.  


Ama ben ölmedim.  

Gözümün önünde büyüyen ölümler var.  

Her gün biraz daha güneşi batıran bir gökyüzü.  

Ne yana baksam, suskunlukla örtülen cinayetler.  

Rakamlar konuşuyor, insanlar susuyor.  

Bu kadar çok rakam nasıl susar, bilmiyorum.  

Ölmedim.  

Bu yüzden unutamıyorum.  

Bu yüzden her şey üzerime geliyor.  

Bu yüzden sokakları izliyorum.  

belki de,  

bu yüzden yazıyor ve ağlıyorum çünkü ölmedim. 


Bakın şu 28 yaşındaki çocuğa, 

Nasıl da arzuluyor ölümü, 

Bir köpeği kovalar gibi kovalıyor. 

Ama köpek o kadar kaçmıyor, 

Biliyor ki onu ısıramaz, 

Ama çocukta vazgeçmiyor, 

Bilmiyor ki onu ne kadar istese de ısıramaz. 


https://open.spotify.com/track/1KsI8NEeAna8ZIdojI3FiT?si=rcOtED8cQJWSHyF4vt57TA