kurşun… cebimde taşıyorum. kimi zaman anahtarlarımı karıştırırken parmağıma değiyor, soğukluğu hatırlatıyor kendini.
küçük, sessiz, ama benden daha ağır. insan bazen bir kurşunla her şeyi çözebileceğini sanıyor; ama çoğu zaman kurşun hiçbir şeyi çözmez, sadece susturur. susmak bazen cesaret, bazen de teslimiyettir. suskunluğun ağırlığı omuzlarında bir taş gibi, ama taş ne kadar ağırsa o kadar sessizdir. sesim var, konuşabiliyorum, hatta bazen şarkı söylüyorum, ama çığlık olmuyor. çığlık dediğin, karşıdakinin kulak zarını yırtmalı; benimkiler sadece kendi kafatasımda yankılanıyor. içimde kalan ses, dışarı çıkarsa kirlenir diye korkuyorum.
geçen gece yavuz çetin anma konserindeydim. sahne kalabalıktı, huzur kokusu ağırdı, herkes “unutulmaz” diyordu. unutulmaz değildi; sadece hatırlıyormuş gibi yapan insanlar vardı. onların bakışları sahneye, sahnedeki ışıklara takılıydı; tıpkı benim bakışım gibi, ama benim bakışım içeriye, boşluğa, içimdeki telin gerilmesine de takılıydı. yavuz’un intiharı bir trajedi değil, trajedi yaşamak zorunda bırakıldığı yıllardı. köprüden atladığında gördüğü şehir ışıkları ona dekor gibi görünmüştür; sahte, ince, kırılmaya hazır. dekor yıkıldığında geriye sadece boşluk kalır. şarkılar çalarken gözüm sahneyle gökyüzü arasındaki o çizgiye takılı kaldı. orada, yaşamla ölüm arasındaki tel geriliydi. ben de o telin üzerinde dengemi kaybetmemeye çalışan bir akrobat gibiydim. düşmek ile durmak arasındaki fark, bazen bir nefes kadar inceydi. nefesin kalitesi ölçü değildir; çoğu zaman sadece süreyi belirler.
ışık gözlerime vuruyordu, sahteydi. gerçek ışığı hatırladım; plajda, bir led ekranın önünde, tuz tenimde, objektifin arkasında olduğun o günü. fotoğrafım vardı, yarım gülüşlü, hesapsız. geçen hafta gördüm onu. paylaşmak istedim ama vazgeçtim. çünkü o fotoğraftaki adamla şimdiki ben arasında mezar taşı ile diri beden kadar fark vardı. şimdiki ben, o adamın başarısız devamı. ve bazen düşünüyorum: insan, geçmişte yakaladığı ışığı hatırlayınca hâlâ nefes alabiliyor mu?
belki bu yüzden bazı şeyleri yazamıyorum. harfler benden kaçıyor. fazla asla değiller, ben eksiğim. kelimelerimi ucuz cümlelerde harcadım; sosyal medyada, saçma tartışmalarda, siyasetin çürümüş diyaloglarında.onlar kelimeleri de öldürüyor. her cümle, dudaklarından çıkarken lağım suyuna bulanıyor. söz, bazen silah kadar kirli olabilir. insan kendi kelimesini bir silah gibi hissetmeye başladığında… zaten kaybetmiştir.
konserden dönerken köprüden geçtim, camdan dışarı baktım. bir an yavuz’un gördüğü ışıkları gördüm sandım. hayat, köprüden aşağıya bakarken hissettiğin o kısa baş dönmesidir; uzun sürerse ya düşersin ya geri dönersin. ben hâlâ buradayım. yaşamak, belki de yaptığım en cesur, en korkak şey.
ve işin en kötüsü, kurşun hâlâ cebimde. bazen cebimdeki ağırlığın aslında bana ait olmadığını düşünüyorum. belki bir başkasının hikâyesine ait. belki de yıllar önce ölmüş birinin bana bıraktığı miras. onu elimden bırakmıyorum, çünkü bırakırsam ellerim boş kalacak. ellerim boş kalırsa… kendime tutunacak hiçbir şeyim olmayacak. boşluk insanı öldürmez, boşluk insanı yaşatmaz. boşluk, seni sakince bekler. beklemek, ölüme hazırlanmak kadar sessiz ve acımasızdır.
ben o kadar uzun süredir bekleniyorum ki, adımı unuttum. yarın belki hatırlarım… ya da hatırlamamayı seçerim. çünkü bazı isimler, ölmeden önce ölür. ve bazen insan, ölmeden önce susmak zorunda kalır. susmak, kelimeleri biriktirmek kadar ağırdır; biriktirdiğin her kelime, omuzlarına daha çok yük bindirir. bu yükle yürümek, her gün yeniden öğrenmek gerekir.
köprünün altındaki su sessizdi. her damla bir hayatın sonlanışı gibiydi; ben ise köprünün üstünde, geçmişle geleceğin arasında asılı kalmış bir gölge gibi yürüyordum. gecenin rüzgârı saçlarımı karıştırıyor, cebimdeki kurşunun ağırlığını hatırlatıyordu. ve düşündüm: bazı yükler, insanın taşımaya mahkûm olduğu tek mirastır. bazılarıysa, taşırken senin ölüp gitmeni ister.
https://open.spotify.com/track/6XErXQ8MgZ8K2HVcK7zTy9?si=KFqHMM3ySNyY0xryOLPR9Q