15 Ağustos 2025 Cuma

gün 2/3 tayyar ahmetin sonlu günleri


kurşun… cebimde taşıyorum. kimi zaman anahtarlarımı karıştırırken parmağıma değiyor, soğukluğu hatırlatıyor kendini. 

küçük, sessiz, ama benden daha ağır. insan bazen bir kurşunla her şeyi çözebileceğini sanıyor; ama çoğu zaman kurşun hiçbir şeyi çözmez, sadece susturur. susmak bazen cesaret, bazen de teslimiyettir. suskunluğun ağırlığı omuzlarında bir taş gibi, ama taş ne kadar ağırsa o kadar sessizdir. sesim var, konuşabiliyorum, hatta bazen şarkı söylüyorum, ama çığlık olmuyor. çığlık dediğin, karşıdakinin kulak zarını yırtmalı; benimkiler sadece kendi kafatasımda yankılanıyor. içimde kalan ses, dışarı çıkarsa kirlenir diye korkuyorum.

geçen gece yavuz çetin anma konserindeydim. sahne kalabalıktı, huzur kokusu ağırdı, herkes “unutulmaz” diyordu. unutulmaz değildi; sadece hatırlıyormuş gibi yapan insanlar vardı. onların bakışları sahneye, sahnedeki ışıklara takılıydı; tıpkı benim bakışım gibi, ama benim bakışım içeriye, boşluğa, içimdeki telin gerilmesine de takılıydı. yavuz’un intiharı bir trajedi değil, trajedi yaşamak zorunda bırakıldığı yıllardı. köprüden atladığında gördüğü şehir ışıkları ona dekor gibi görünmüştür; sahte, ince, kırılmaya hazır. dekor yıkıldığında geriye sadece boşluk kalır. şarkılar çalarken gözüm sahneyle gökyüzü arasındaki o çizgiye takılı kaldı. orada, yaşamla ölüm arasındaki tel geriliydi. ben de o telin üzerinde dengemi kaybetmemeye çalışan bir akrobat gibiydim. düşmek ile durmak arasındaki fark, bazen bir nefes kadar inceydi. nefesin kalitesi ölçü değildir; çoğu zaman sadece süreyi belirler.

ışık gözlerime vuruyordu, sahteydi. gerçek ışığı hatırladım; plajda, bir led ekranın önünde, tuz tenimde, objektifin arkasında olduğun o günü. fotoğrafım vardı, yarım gülüşlü, hesapsız. geçen hafta gördüm onu. paylaşmak istedim ama vazgeçtim. çünkü o fotoğraftaki adamla şimdiki ben arasında mezar taşı ile diri beden kadar fark vardı. şimdiki ben, o adamın başarısız devamı. ve bazen düşünüyorum: insan, geçmişte yakaladığı ışığı hatırlayınca hâlâ nefes alabiliyor mu?

belki bu yüzden bazı şeyleri yazamıyorum. harfler benden kaçıyor. fazla asla değiller, ben eksiğim. kelimelerimi ucuz cümlelerde harcadım; sosyal medyada, saçma tartışmalarda, siyasetin çürümüş diyaloglarında.onlar kelimeleri de öldürüyor. her cümle, dudaklarından çıkarken lağım suyuna bulanıyor. söz, bazen silah kadar kirli olabilir. insan kendi kelimesini bir silah gibi hissetmeye başladığında… zaten kaybetmiştir.

konserden dönerken köprüden geçtim, camdan dışarı baktım. bir an yavuz’un gördüğü ışıkları gördüm sandım. hayat, köprüden aşağıya bakarken hissettiğin o kısa baş dönmesidir; uzun sürerse ya düşersin ya geri dönersin. ben hâlâ buradayım. yaşamak, belki de yaptığım en cesur, en korkak şey.

ve işin en kötüsü, kurşun hâlâ cebimde. bazen cebimdeki ağırlığın aslında bana ait olmadığını düşünüyorum. belki bir başkasının hikâyesine ait. belki de yıllar önce ölmüş birinin bana bıraktığı miras. onu elimden bırakmıyorum, çünkü bırakırsam ellerim boş kalacak. ellerim boş kalırsa… kendime tutunacak hiçbir şeyim olmayacak. boşluk insanı öldürmez, boşluk insanı yaşatmaz. boşluk, seni sakince bekler. beklemek, ölüme hazırlanmak kadar sessiz ve acımasızdır.

ben o kadar uzun süredir bekleniyorum ki, adımı unuttum. yarın belki hatırlarım… ya da hatırlamamayı seçerim. çünkü bazı isimler, ölmeden önce ölür. ve bazen insan, ölmeden önce susmak zorunda kalır. susmak, kelimeleri biriktirmek kadar ağırdır; biriktirdiğin her kelime, omuzlarına daha çok yük bindirir. bu yükle yürümek, her gün yeniden öğrenmek gerekir.

köprünün altındaki su sessizdi. her damla bir hayatın sonlanışı gibiydi; ben ise köprünün üstünde, geçmişle geleceğin arasında asılı kalmış bir gölge gibi yürüyordum. gecenin rüzgârı saçlarımı karıştırıyor, cebimdeki kurşunun ağırlığını hatırlatıyordu. ve düşündüm: bazı yükler, insanın taşımaya mahkûm olduğu tek mirastır. bazılarıysa, taşırken senin ölüp gitmeni ister. 

https://open.spotify.com/track/6XErXQ8MgZ8K2HVcK7zTy9?si=KFqHMM3ySNyY0xryOLPR9Q

11 Ağustos 2025 Pazartesi

gün 1/3 dağınık




kola ve kitap çaldım—ikisi de ucuz zaferlerdi ama günü yaşanır kılmaya yetti, kitap rafta bana bakıyordu, kapağındaki isim sanki “gel” dedi, kola ise market ışıklarının altında dizilmiş, soğuk camın ardında kendi kendine parlıyordu, kasadaki çocukla göz göze gelmedim, çünkü göz göze gelirsek belki vicdanım devreye girer diye, ama vicdan dediğin şey artık eski bir televizyon gibi, açmaya kalksan cızırtıdan başka bir şey çıkmıyor, suç ise sadece yakalanmadığında bir haktır, cebimde kola, çantamda kitap, elimde ucuz sakız—hepsi aynı şeyin farklı paketleri; işte kısa süreliğine hayata katlanma araçları. 

güzel sandığım bir sinema filmine bilet aldım, izlemek istediğimden değil, karanlık bir salonda iki saat boyunca kimseyle konuşmadan oturmak istedim, o koltukların sertliği bile bana evimden daha yumuşak geldi, film başlar başlamaz anladım ki bu hikâye hayatın ta kendisi gibi: başta merak uyandırıyor, sonra sıkıyor, sonra bitsin istiyorsun ama bitmiyor, hayat kötü bir filmde tuvalet sırası beklemek gibi; çıkarsan da kaçamıyorsun. başroldeki adamın yüzü hep aynı, kadın sürekli ağlıyor, fon müziği sahneden daha yorucu, yanımdaki adam mısır yiyor, her çıtırtıda beynimin içi kaşınıyor, önümdeki kadın telefonla mesajlaşıyor, ekran ışığı gözümü kamaştırıyor, yine de ona “kapatsana” demiyorum, çünkü insanlar bazen kendi sessizliğinde boğulmayı seçer, salondaki havada garip bir koku var; bayat parfüm, ter ve patlamış mısır karışımı—sanki herkes birbirinin mezarına doluşmuş bekliyor, film kötü ama kötü filmler bazen iyi gelir çünkü kötü bir şey izlerken kendini daha az önemsersin. 

Yemek ve kahveyi bedavaya getirme yöntemini bulursak hayat biraz daha çekilir olur, şu an tek lüksüm marketin indirim reyonu, marketteki kahve dediğin şey de kahve değil, ucuz, toz halinde, suya atınca kahveye benzeyen bir şey, tadı yanmış plastik gibi ama beynimin uyanması için başka çarem yok, fakir için kafein, zengin için terapi odasıdır kahve içmek. 

iş meselesi hâlâ koca bir karadelik, içine bakınca korkuyorsun, uzak durunca büyüyor. işsizken zamanın sahibi olacağını sanırsın ama işsizlik zamanın seni köpek gibi gezdirmesidir, zaman seni elinde evirip çevirir, sonra çöpe atar, sabahlar ve geceler birbirine karışır, yastığın soğuk tarafı bile ısınmadan yeni güne geçersin, bilgisayar başına geçiyorum, iş ilanı bakacağım diyorum, beş dakika sonra saçma sapan videolar izlerken buluyorum kendimi, kafamın içinde hep aynı cümle: “bir gün hallederim”, o gün hiçbir zaman gelmiyor, yarın bugünün daha pahalı versiyonu olacak, hayat hep ertelediğim şeylerin çöplüğüne dönüşüyor.

bi yere gittim geçenlerde, sözde halkın sesi, sözde yeni düzen, yalan; o masalarda oturanların gözünde ezilen diye bir kategori yok, sadece kendine oy veren orospu çocuklarının listesini tutuyorlar, onlarla çalışmayı tercih ediyorlar çünkü fakirin sesi yüksek değil, sadece boğuk bir uğultu gibi, ezilenin gözyaşını ölçmek için cetvel yok, orada bana çay ikram ettiler, gülerek konuştular, ama konu dönüp dolaşıp “kim bize ne kadar fayda sağlar”a geldi, insan hayatını excel tablosu gibi görenlerle aynı odada durmak insana mide bulandırıcı bir yetenek kazandırıyor: sesini çıkarmadan iğrenmek, siyaset fakirin kanını laboratuvarda test edip üstüne viski içmektir. 

ne yapıyorum ben burada, saçlarını deli gibi çekip düzeltmeni özledim, insanlar bazen saçlarını çeker, bazen içini, sen ikisini birden yapardın, şimdi sadece kendi saçlarımı çekiyorum, ama onlar senin saçların kadar direnmiyor, senin saçların hep geri dönmeyi bilirdi, benimkilerse kopup gidiyor. 

fakir ve cool görünen yazarlar benimle tanışmaya gelsin, mahalleye, pazarın dağıldığı o pazar yerine, yerde ezilmiş domatesler, çürük biberler, yağmurun içinde bozulmuş maydanoz demetleri, soğumuş simit, yarım kalmış hayatlar, indirim reyonunun önünde sıra bekleyen sessiz insanlar, roman yazmak için değil yaşamak için gelsinler, yazmak için değil açlıktan ölmemek için nefes alınan yerler vardır, fakirlik romanlarda olduğu gibi derinlik katmaz, sadece sesini kısar, seni görünmez yapar. 

hayat çalabildiğin kadar güzel, çalamadığında bakmak zorundasın ve bakmak dokunmaktan daha acı verir, bakmak ruhun dişlerini gıcırdatmasıdır, bakmak insanı kemiren bir kurt gibi, önce gözlerinden başlar, sonra beynine ulaşır.

ileride olacak sanırsın, umut edersin ama umut bazen boş bir ayakkabı kutusudur, içinde hiçbir şey yoktur çöpe atarsan bir daha yerine koyamazsın, belki bir gün biri içine bir şey koyar diye saklarsın ama yıllar geçtikçe o kutu tozlanır, kapağı eğilir, hâlâ boş olduğunu bilerek saklarsın, umut: kirlenmiş beyaz çamaşır gibidir; ne kadar yıkarsan yıka artık aynı değil. 

bazen düşünüyorum, belki de ben sadece figüranım, hayat başkasının filmi, ben arka masada çay içen sessiz tipim, adımı bilmen gerekmiyor çünkü senin de bilmediğin bir sürü adın var, figüran olmak sahnede kimse bakmazken ölmek gibidir. 

insan bazen kendi hayatını radyodan dinlemek ister, başka biri okusun cümlelerini, sen sadece dinle, kendi sesini duymak kendine küfretmek gibidir, kendi sesine katlanmak bazen dünyanın en zor işi, çünkü sesin kelimelerden daha fazla şey taşır. 

günler tıpkı bu yazdıklarım gibi birbirine karışıyor, dünle yarın arasında kalan bu tuhaf boşlukta tek değişen şey kaç saat uyuduğum, bazen dört saat, bazen on iki, zamanın akışını artık uyku saatlerim belirliyor, hayatım tıpkı mahalledeki kedilerin dolaştığı arka sokak gibi; aynı çöp kutuları, aynı duvar yazıları, aynı köşede bekleyen aynı adam, sadece yağmur yağdığında farklı oluyor, o da en fazla üç saat. 

ve biliyorum yarın da böyle olacak, belki yine bir şey çalarım, belki bir şey çalamam ve sadece bakarım, ama kesin olan tek şey şu: hayat, ne kadar uğraşırsan uğraş senden hep fazlasını ister, senin veremeyeceğin kadar fazlasını, insan nefes almanın bile kiraya tabi olduğunu fark ettiğinde fakirleşir, elini cebine attığında boş bulmanı, kafana uzanan gökyüzünün bile sana ait olmadığını, kirli havayı bile sana pahalıya satabileceklerini bilerek yaşarsın.

https://open.spotify.com/track/3oY7snuPVu6cWSU8tfXR4T?si=4x-dnt19QBWc12EOZ611MQ