Güneşin göz kapaklarını ısıtmasıyla beraber uyandı.
Kahverengi gözleri, o bütün vücudu yakan çadırdan dışarı çıkmasıyla beraber doğayı içine hapsetti.
Sabahları hep bu saatlerde kalkar, şehirden evine ekmek götürebilmek için hurda,kağıt,bakır tel gibi şeyler toplardı.
Yürümek onun için zor değildi, arkasında koca bir çuval taşımakta.
Zaten Hindistan'dan başlayan göç yolculuğu, burada bizim topraklarımızda son bulmuştu.
Oradan buraya gelen biri için şehre yolculuk etmek zor olmasa gerek.
Yolculuğu severdi, sevmek zorundaydı.
Onun kaderi yoldu ve o neredeyse yol orada başlardı.
Esmer bir teni, arabayı çekmekten güç,kuvvet kazanan bir kolu vardı.
İnsanların duyduğu önyargı sebebi ile her zaman mahcup bir bakışla etrafı seyreder,ona karşı duyulan korkunun aksine çok iyi bir kalp taşırdı.
Yolda diğer insanlardan farkını, insanların neden ona böyle bir gözle baktığını düşünsede cevabını bulamaz bir süre bunu düşünüp işini yapardı.
Tam olarak Ahmet Telli'nin Çingene şiirinin ikinci kıtasına uygundu hayatı.
Dinlerdi ve sorular sorardı kendine,doğayı insanı ve geceyi düşünürdü.
İnsanlar onun hayatını hep dans ve eğlenceden ibaret sanardı.
Evet ait olduğu topluluğun barındırdığı özelliklerden bazıları bunlardı.
Belki de öyle olmak zorundaydı?
Dışlanma,yokluk,işsizlik,uzak kalan atalar,evsizlik...
Bu kadar dert ile başa çıkmak nasıl mümkün olsun, içinde Allah vergisi bir mutluluk olmasa?
Bunları umursamamaya çalışıp, hayat ona bu işten ne verirse arabasına atıyor, hem yükünü hem kalbini büyütüp tekrar çadırına doğru yola çıkıyordu.