22 Temmuz 2020 Çarşamba

Kentler

Gezmeyi,seyahat etmeyi,yeni yerler keşfetmeyi seviyorum ama kendimi bir süre sonra o yerlere,dünyanın herhangi bir yerine ait hissedemiyorum.

Dünyanın içinde yurtsuz kalmam genetik kodlar ile herhalde çingene olduğum için kazınmış içime.

Gider,gezer,dolaşır,bakar,dururum...

Yalnızlığın tadına varır ve uzun uzun yürüyüşler yaparım ama durur tekrar düşünür yalnızlığın ebedi acısı tekrar yüzüme vurur.
Yalnızlık sizin bildiğiniz manada bir yalnızlık değil ne içsel ne dışsal.

Yoksa gittiğim yerlerde ağzıma farklı farklı insanların sigarasının dumanının kaçması,her şehirde duyduğum farklı ezan seslerinin hoşuma gittiğini,farklı asfaltların-yolların ve duyduğum ilginç hikayelerin dikkatimi çektiğini söyleyebilirim.

Şehrin kadınlarının yüzlerinin,kendine has kokularının,ojelerinin,heyecanlarının bazılarına şahit olmakta beni mutlu eder.

Acı...

Sanırım kendime bu tarz kelimeler için bir laboratuvar falan açıp kelimelerin üzerinde değişiklikler yapmam gerek...

Her kelimenin kendim için anlamı değiştiğinde de durup onun acısını çekmek var birde.
Acı mesela bir çok insana kötü şeyler anımsatsa da bana beni büyüten ve bu yüzden dünyayı anlamamı sağlayan sevimli bir kelime olarak geliyor.

İçinde acı olan filmleri,dizileri,şarkıları,kitapları hatta yemekleri bile sevmemin,bayılarak tüketmemin asıl sebebi bu galiba.

Küçük Nietszchecilik taslıyorum kelimelere bakarken ve insanların aslında 'kötü' diye anlattıkları şeylerin o kadar da kötü olmadığını anlarken,anlatırken.

Kendimi ait hissetmediğim kentler derken ne demek istiyorum? Kelimeler ile anlatılır mı yoksa sükut mu etmek gerekir bilmem.

Sanırsam sükuta inansaydım kalemi elime almazdım.

Bazen kendimi bu kentlerde, hissetmediğim yerlerde durup derinlere bakarken bulurum. Varsa ormana yoksa karşımdaki insanlara.

O an özgürlüğü ve çevremdeki insanların kafalarında neler döndüğünü düşünürüm.

İmgeler dünyasında kaybolurum kendi kendime.  Bilmedigin yerde kaybolmaktansa imgelerin dünyasında kaybolmak o an daha mantıklı gelir.

Bazen de korkutur tam tersi beni. Çünkü hala ne Foucault'un kelimelerini ne de Wittgenstein'ı anlamış değilim.

Sadece kelimeleri değil hayatın getirdiği neden sonuçları da pek anlamam.

Neden,neden,neden diye sorarım kendime kentlerde.

Neden bu kentlerin hep farklı özellikleri var? Neden bu kentler kendi insanını yaratmaya çalışır ve neden kendi kendine yarattığı insan tipi dışında kimseyi kabullenmez,onları arka sokaklarına atar ve marjinal kılar?

En üzücüsü de sadece kentlerin değil kurumlarında bunu yapmaya çalısması..

Peki bu farklılıklar,bu baskılar insanları neden çıldırtmaz buralarda,neden normalmiş gibi davrandırır hiç düşündünüzmü?

Sebebi belli aslında;

'ÇARESİZLİK'

Kişi toplum ile beraber farkında olmadan yarattığı sistemde yine farkında olmadan erimiş gitmiş ve artık topluma şikayet bulunmak yerine kendi kendini bitirir bir hale gelmiştir.

Kendimi kaybolmuş biri gibi görmem bundandır.

Bundandır insanlara üzülmem,bundandır onları ayağa kaldırmam için çabalamam,yazmam.

Biliyorum ki onlar kalkarsa bende belki kalkabilirim.

Belki yeryüzünde bende kendimi bulurum...