29 Temmuz 2019 Pazartesi

İslam ve Aydın(lık)





Bugün bir süredir kafamı kurcalayan bir konu hakkında yazmak istiyorum.

'Aydın' kavramı.

Aydın nedir?

Bana göre aydın kelimesi sadece kendisini aydınlatan insandan başka bir şey değildir.

Önemli olan 'Aydınlık'tır. 

Çevresini ne kadar etkilediğidir.

Bu blogun en başında kocaman 'Bilgiyi muhafaza etmemek gerekir' yazısını hepiniz görmüşsünüzdür.

İşte bir aydının yapması gereken ilk şey bana göre o bilgiyi sadece kendinde saklamamak, insanlara aktarmak onlara anlatmak ve zulme karşı harekete geçirmektir.

Yazıya çok hızlı girdiğimin farkındayım fakat sizi çok sıkmak istemeden anlatmak istediğim için böylesinin daha iyi olacağını düşünüyorum.

'İslam'da Aydın' konusuna gelmeden önce genel olarak Türkiye'de ve Dünya'da ki aydın profillerine değinmek istiyorum.

Aslında buna geçmeden önce 'Varoluşçuluk' kavramını anlatmam gerekiyor çünkü yazının devamında aydınlık kelimesinin yerine varoluşçuluk kelimesini kullanabilirim.

Varoluşçuluk akımı çok eskilere dayanmasına rağmen genelde Fransız yazarlar Sartre ve Camus'un sayesinde üne kavuşmuş bir akımdır.

Bunların diğer başlıcaları ise Kierkegaard,Heidegger (Ki bence tam sayılmaz),Nietzsche,Schopenhauer gibi filozoflardır.

Varoluşçuların savunduğu en en özetinde 2 kavram vardır;

1-İnsanın oluşu diğer eşyalar gibi değildir.

Bir eşyayı tasarlamadan önce kafanda oluşturur ve yaparsın.

Fakat insan özü itibariyle değil bedenen bu dünyadadır ve kendi kendini var eder.

2-İnsan özgürdür fakat bu özgürlük sınırsız bir özgürlük değildir.

Kişiler kendi özgürlüklerini gerçekleştirirken diğer insanlara karşı da sorumlu olduklarını unutmamalıdır.

Ör; Kitap okuyan biri diğer insanlarında kitap okumasını fiili olarak söylemese de mantıken isteyecektir. Ya da bir terör grubuna katılan kimse de diğer kişilerin o gruba katılmasını isteyecektir.

Genelde bu akım 'Ateizm' ile özdeşleştirilse de akımın kurucularından olan 'Kierkegaard' bir Hristiyan olarak 'Teist varoluşçuluk' anlayışını da getirmiş buna 'İnanç sıçraması' adını vermiştir.

Aydın kavramının yerine yer yer varoluşçu kelimesini kullanma isteğimin ana sebebi yukarıda saydığım ilk maddedir.

İnsanın kendini ve çevresini reddedip kendi kendini inşa etmesi,olan biteni sorgulamasıdır.

Aydının da ilk görevi zaten bu olmalıdır.

Neyse konuyu çok dağıtmadan ülkemizdeki ve dünyamızdaki aydın profiline geri dönelim.

Maalesef bizim ülkemizde olduğu kadar dünyanın başka bir yerinde aydın kesim hiç bu kadar halktan kopuk yaşamamaktadır.

Türk aydınının en büyük sorunu halktan kopuk yaşamaktır,bir çoğu muhtemelen ekmeğin fiyatını bile bilmemektedir.

Batıcı ve doğucular kendilerini çok farklı yerlerde zannetselerde aslında hepsi aynı kişilerdir.

Biri Batı eserleri okur ve çevirirken biri Doğu eserleri okuyup çeviriyor aralarındaki tek fark işte tam olarak budur.

İkisi de kendilerini halka kapamış şekilde yaşamaktadır.

Bu aydınlar halkın içinden çıksalar bile bir süre sonra kopup kendi çaplarında burjuva oluyorlar hepsi birer birer 'Efruz Bey' oluyorlar fakat farkında değiller :)

Doğu aydını ise (ki yazının aslında ana konularından biri onlar) hala ortaçağ karanlığında yaşayan,batıyı reddetmeliyiz derken bütün bir medeniyeti terk eden ne eğlenmesini bilen ne kadını erkeği tanıyan insanlara dönüşmüşlerdir,zenginlik kavramını 'Şirk zenginliği' ile karıştırıp rezil duruma düşmüşlerdir.

Bu tipler halka karşı zararı olan tipler hatta okumayı antipatik bile gösteren tiplerdir.(Bu Türk edebiyatında yanlış batılılaşma adı altında yüzlerce kez yazıldı)

Bunlar yanlarına 2 3 taraftar toplayıp sadece onlara bilgiyi satan sofistler gibidirler.

Aslında 19.yy ve 20.yy savaş problemleri arasında bile (ki varoluşçuluğun doğma sebeplerinden biri de bu buhranlardır) çok güzel aydınlar çıkarsa da bizim çağımızda durum çok kötüdür.

3 dil bilip Londra'ya seyahat eden,iyi hitabı olan ve kitap okumuş her kimse insanların gözünde hemen 'Aydın' olarak belirmektedir.

Oysa aydınlık kavramı kişilerin üniversite mezunu olmasına bağlı bir kavram değildir.

Üniversite bitirmeden tarihi etkileyen bir çok kişi vardır. 

Tabi ki bilgili bir lider olmak bilgisiz bir liderden daha iyidir lakin bu şart değildir. 

Eğitimden önce kendini iyi tanımalı zaten aydın.

Taşıdığı görevi bilmeli ve topluma aktarmalıdır.

Daha sonra ise halkını tanımalıdır sadece entelektuellere hitap etmemelidir.

Halka 'Kant'ın fenomenleri' veya 'Hegel'in Diyalektiği' diyerek konuşmaya başlarsa sadece 'Güzel konuşan bir bilgin' olarak anılır.

Onlara bu kavramları avamlaştırarak anlatmalı ve bilinç kazandırmalıdır.

O bilinci kazandırdıktan sonra zaten halk kendisi ondan talep etmeye başlayacaktır.

Aydın kişi okuduğu ve örnek aldığı kişilerden tabi ki etkilenecektir fakat onları taklit ve tekrar etmemeli kendine özgü olmalıdır.

Bu aydınların halktan uzak kalmalarının tek sebebi kendileri değil halkın bilgiyi almaya istekli olmaması,kötü yöneticiler ve iletişim sorunlarının yanında özellikle Doğuyu benimsemiş aydınlar için Ortadoğu'nun bugünkü durumu da diğer sebeplerdir.

Yazının buraya kadar olan bölümünde genel aydın profillerini kendi fikrimce anlattım.

Bu bölümde ise 'İslam Aydınları' bana göre nasıl olmalı ona değineceğim.

Arkadaşlar en başta din toplumları toplumlarda dinleri ekler.

Sadece din kişilere bir şeyler değil kişiler de dine birşey katarlar.

İslam'ın kaynağı biz ne kadar sadece Kuran'da desek maalesef bir çok şey halk tarafından dine eklenmiştir.

Öncelikle bir dinin aydını olur mu? Sorusunu kafanızda sizin cevaplamanız gerektiğini düşünüyorum daha sonra ise bana göre bir dinin temsilcileri tabiki de olur diyerek cevaplıyorum :)

Bir dinin aydını yukarıda bahsettiğim 'Aydın' özellikleri ve 'Dinin' o toplum üzerindeki etkilerini iyi bilmelidir.

Weber'in 'Doğu-Batı Tipografisi'ne uygun kişilik profilleri çıkartmalı ve bunları yorumlayabilmelidir.

İslam'ın aydını ne sadece Camus olmalıdır ne de sadece Ebu Zer olmalıdır ikisini de birleştirebilmeli ve pasif bir başkaldırma değil aktif bir başkaldırma yaratmalıdır.

Kendi keyfini değil ümmet'in (yani milletin yani bütün dünyanın) derdini kendisine dert edinmelidir.

Kötü yöneticilere ve yozlaşmış halka Sokrates ve Hz.Musa gibi başkaldırmalıdır.

İslam'ın aydını bu dünyayı diğer dünyadan ayrı tutamaz zira bu dünya diğer dünyanın tarlasıdır.

İslam'ın aydını peygamberi de örnek almalıdır kendisine. Peygamber insanların karşısına sadece 'Silah' ile değil 'Düşünce' 'Ahlak' 'Güven' ve 'Söz' ile çıkmıştır.

Bir aydında bunların biri eksik olduğunda kendisini iyi ifade edemeyecek ve halka umut veremeyecektir.

Halka 'Cennet öbür dünyanın işi' dememeli bu dünyada cennetin kurulabileceğine ikna etmelidir.

İslam aydını kendi doğumundan yıllar önce yapılan Endülüs'te ki falan cami filan bilim merkezi ile övünmemeli onları örnek göstererek tekrardan bu kültürü diriltmelidir.

"Pax İslamica" dönemini iyi bir manifesto ile anlatabilmelidir bütün dünyaya.

Özellikle bizim çağımızda 'Cihat' kavramını savaş olarak algılamamalı 21.yy savaşının varoluşsal bir savaş olduğunu idrak edebilmelidir.

Türkiye'den çıkan bir İslam aydını-devrimcisi olarak gördüğüm Sezai Karakoç bu durumu ‘Diriliş Neslinin Amentüsü’ kitabında şöyle anlatmaktadır;

“Müslümanlar ilkin İslamın zaman ve tarih sorumluluğunu yitirdiler, daha sonra da toplum borçlarına olan duyarlılıkları zayıfladı. En sonunda da günümüzde, ne yazık ki şeytanın ve İslam düşmanlarının saldırıları her birimizin iç benliğine doğru sarkmaya başladı”


Ona göre İslam’ın aydını önce psikolojik,sosyolojik ve tarihsel olarak hem İslam’ı hem de yaşadığı toplumu anlamalıdır ki varoluşsal savaştan başarılı çıksın.

Fakat İslam neden son yıllarda aydın kişiler çıkaramamaktadır?

Neden İslam dünyada karanlık yüzü ile bilinmekte aydınlık yüzü anlatılamamaktadır?

Buna verilecek bir çok cevap vardır fakat benim gözlemlediğim,okuduğum ve tefekkür ettiğim cevaplar şunlardır;

1-Müslümanlara karşı başlatılan savaşlar bana göre en başta yer almaktadır.

Emperyalist ülkeler Suriye,Afganistan ve Irak gibi tarihi önemi olan bir çok ülkeyi neredeyse yok etmiştir.

Bunun yanında bu ülkeler yok olurken maalesef algılarımız kapanmış ve zihinsel olarak eşekleşmiş duruma geldik.

Fransa'da 'Notre Dame Katedrali'nin yanmasına üzülen insanlar maalesef koskoca Asur medeniyetinin eserlerine,Mescid-i Aksa'ya aynı duyarı gösterememiştir.

2-Rivayet kültürü yine önem sırasına göre ikinci sebeptir.

Çünkü bu kültür dolayısı ile insanlar Kuran'dan uzaklaşmış,neredeyse her suresinde 'Düşünmez misiniz? 'Akıl etmez misiniz?' diyen kitabı toprağa gömmüşler bu işi yapanları da şirk koşuyor saymışlar ve bilgiden korkmuşlardır.

3-Mezhepleşmeler.

Mezhepleşmeler hakkında ileride güzel,Bilal'e anlatır gibi anlatabileceğim bir yazı yazmayı planlıyorum.

O yüzden bu kısımda zaten geçmiş yazılarımı okuyanlar veya az çok düşünme yetisine sahip olanlar neden 'Mezhepleşme'nin (Kuran'da yasak olmasına rağmen) kötü olduğunu anlayacaklardır.

Bu 3 ana sebebin dışında ise maalesef 'Mutezile' ekolünün Emeviler,Tasavvufcular ve Rivayet kültürüne dayanan insanlar tarafından yok edilmesi yine bu konuda çok büyük yanlışlarımızdan biridir.

Mutezile'yi 'Kafir' sayan bu kafalar aslında ekole değil arkasında yatan 'Akılcılık' anlayışına karşı çıkmışlardır.

Mutezile yukarıda saydığım insanların tekerine çomak sokmuştur.

Onların hunharca insanları sömürdüğü 'Kadercilik' 'Şefaat' ve 'Keramet' anlayışlarını yerle bir etmiştir.

Bugün Ehli Sünnet dediğimiz akım Mutezile'yi her yerde kötülerken ne hikmetse aynı zamanda onların icatları ile gurur duyar ve övünür.

Çünkü bu akım;

Harizmi,Cahiz,İbn Heysem,Zemahşeri,İbni Sina ve Biruni gibi daha aklıma gelmeyen dünyada şuan var olan bilimlere öncülük yapan insanlar çıkartmıştır.

Bugün bu buluşlar,düşünceler ile övünenlerin (Ehli Sünnet kesimdekilerin) ataları zamanında bu insanların kitaplarını yakmış,değerini bilememiştir.

Kitapların bir çoğu ise Avrupa'da yayılmış ve Rönesans'ın başlangıcında ciddi anlamda büyük rol oynamıştır.

Tabi ki bu insanların kafir sayılmaları bugün de hala devam etmektedir bknz: :)


Yukarıda saydığım şartlarda olan bir çok İslam aydını davalarına uğruna mücadele vermiş fakat ya tekfir edilmiş ya da öldürülmüş,hapsedilmiştir.

Size bu aydınlardan 3 tane örnek verip yazımı bitirmek istiyorum.

1-Kindi

İlk başta Kindi’yi örnek verme sebebim ilk İslam filozofu sayılmasıdır. (Aslında değil fakat Batı yine kendi fikirlerini dayatması açısından (bknz;Yunan’dan etkilendi denmesi için ilk filozof olarak gösterir)

Kindi çocukluğunu Küfe ve Basra’nın İslam kültürünü zirveye çıkardığı dönemlerde geçirmiştir.

Tabi ki o da neredeyse her çocuğun aldığı klasik eğitimi almıştır. (Matematik,Fıkıh,Kelam vs.)

Özellikle Bağdat’a gittiği dönemde hükümdarlar tarafından fark edilmesi geç olmamıştır.

Yunanca ve Süryani dilini öğrendikten sonra bu dillerde bir çok tercümeyi topluma kazandırır.

Onunda eserleri özellikle Batı’da çok ses getirmiştir.

Sadece düşünsel alanda değil ‘Mantık’ ‘Geometrı’ ‘Astronomi’ ‘Jeoloji’ ‘Münazara Usulü’ gibi bir çok alanda eser vermiştir.

Eserlerinin toplamı 270’den fazla olduğu söylense de günümüzde ‘El Hass ala Taallüm el-Felsefe’ (Felsefe Öğretmeye Teşvik) ve F’il Felsefe el Üla (İlk Felsefe) eserleri vardır.

Ona göre filozoflar hakikatın arayıcıları olmalıdır.

Hakikatı bilmek Allah’a ulaşmanın yollarından biridir kim felsefeyi (düşünme anlamında) din dışı sayarsa kendisi kafirin kendisidir der ve Kurandaki ‘Akletme’ ‘Düşünme’ ayetlerini bu görüşüne delil olarak gösterir.

Bacon’un dediği ‘Akıl ve vahiy birbirinden ayrılmalıdır’ kavramını aslında ondan yıllar önce Kindi felsefeye sokmuştur.

Peygamber ve filozof ayrımını ‘Biri vahiy ile gerçekleri alır biri ise akıl ve delille’ diyerek yapmıştır.

Yine eserlerinde kozmolojik argümanı kullanmıştır.

Kindi’nin ana amacı kendi ve Yunan’lı filozoflardan aldığı bilgiyi İslam dünyasına anlatmak onu ileriye taşımaktı.

Bunu da başarmış kendisinden sonra gelen kişileri etkilemiş ve hala da etkilemektedir.

Maalesef Kindi dönemin yobazları ve baskıcıları tarafından dışlanmış, tekfir edilmiş hatta cesedi bile gizlice gömülmüştür.

Bu sebeplerden dolayı toplum çapında kendi kafasındaki ütopyayı maalesef kurabilmek için bir girişimde bulunamadığını biliyoruz.

2-Ali Şeriati

Belki de son dönem İslam aydınlarının en iyisi oydu.

İran’da ‘Sünni’ Türkiye’de ‘Şii’ denilerek dışlandı.

‘Sizi rahatsız etmeye geldim’ cümlesinin vücut bulmuş haliydi.

İnancı olmayanlara göre ‘Fazla dindar’ inançlılara göre ise ‘Fazla seküler’ idi.

Şeriati her bakımdan aydın bir kişilikti ve ne yazık ki o da İran gizli servisi tarafından yapılan bir suikast sonucunda öldü.

Şeriati ayrıca benimde  akıl babalarımdan biridir.

Tarih’i iyi anlamış başarılı bir sosyologtur.

Sosyalizm ve İslam’ın ortak noktalarını kavramış bunun üzerinden bir anlayış geliştirmiştir.

Bunu yaparken de tam yukarıda bahsettiğim gibi bir aydın olarak yapmış ne halkından uzak kalmıştır ne geleneğinden ne de dünyayı tanımaktan.

Ali Şeriati bir anlamda İslam dünyasının varoluşçularındandır.

Çünkü o 4 zindan kitabında ‘İnsan historizm,sosyolojizm,biyolojizm ve natüralizmi terk etmelidir.

Daha sonra ise kendi benliğini de reddetmelidir.’ diyerek yeniden varoluş gereklidire kapı açmıştır.

Aydını bir kitabında şöyle tanımlar;

“Aydın, toplumsal çelişki ve düzensizliklerin farkında olan insan demektir. O, bu çelişki ve düzensizliklerin gerçek etkenlerinin farkındadır. Aydın, topluma mahkum olduğu uygunsuz durumdan kurtuluş yolu sunma, toplum için ortak çözüm yolları ve idealler belirleme ve halka coşkulu bir ortak aşk ve iman kazandırma sorumluluğunu taşır.”

Ona göre ideal insan ise;

"Doğanın kıyısından geçip halka sırtını dönerek değil, doğanın içinden geçerek Allah'ı anlar ve halkın ardınca giderek Allah'a ulaşır. Bu ideal insanın elinde Kayserin kılıcı, göğsündeyse Mesih'in yüreği vardır. Sakrat'ın beyniyle düşünür, Hallac'ın yüreğiyle aşk duyar. Alexis Carrel'in arzuladığı gibi; "Hem bilimin güzelliğini, hem de Allah'ın güzelliğini anlayan; Pascal'ın sözünü, Descartes'in sözünü dinler gibi dinleyen bir insandır."

Spartaküs gibi köle sahiplerine başkaldıran; Ebuzer gibi açlar devriminin tohumunu saçan.
İsa gibi aşk ve barış habercisi; Musa gibi cihat ve kurtuluş elçisi.

Felsefi düşünceye dalıp halkın yazgısından gafil kalınayan, aynı zamanda da siyasete gömülüp, halkzadelik ve şöhret düşkünlüğüne düşmeyen biri. Bilim, iman lezzetini tatmaktan onu alıkoymaz. İman, ondaki akletme ve mantık gücünü felç etmez. Takva, onu hiçbir işe yaramayan arınmışlığa götürmez; çaba ve yükümlülük onun ellerini kirletmez. Cihad ve içtihat insanıdır; şiir ve kılıç, yalnızlık ve yükümlülük, duygu ve düşünce, güç ve sevgi, iman ve bilgi vb. insanı.

Bütün boyutlarıyla tam bir insandır. Yaşamanın, tek boyutlu, kırık dökük ve kusurlu kılmadığı, kendinden uzaklaştırmadığı, kendine yabancılaş­tırmadığı insandır. O, Allah'a kulluk yoluyla, var olan her şeyin ve herkesin kulluk bağından kurtulandır. Mutlak irade karşısında teslim oluşu, her zorlama karşısında başkaldırıya çağırmaktadır onu. Ölmekte olan bireyselliğini, insanın diri türselliğine hulul ettiren (geçiren) ve kendisini olumsuzlamakla kalıcılığa eren insandır o.”



3-Seyyid Kutup,
--------------------------

Hataları ile sevapları ile yaşamış bu yazıda yer vermeye değer gördüğüm başka bir isim ise Seyyid Kutup… “Yoldaki İşaretler” kitabı yıllarca yasaklanmış hatta bu kitabı yüzünden Mısır’da idam edilmiştir. 

Onun yaşadığı yüzyılda da bu yüzyılda da hala ve hala ortaçağ karanlığına hapsolmuş zihniyetler nice Seyyid Kutup’lar öldürdü ve öldürüyorlar.

Kutup davası yüzünden yıllarca hapis yatmış ve ‘Eğer kraldan özür dilersen serbest kalırsın’ teklifini geri çevirerek kendini adadığı davasında öldürülmüştür.

Tıpkı Marx’ın ‘Bilimsel Sosyalizm’ anlayışı gibi o da bir ‘İslam Devleti’nin nasıl olması gerektiği hakkında yöntemler belirlemiş ve şöyle demiştir;

“Önce özel niteliklere sahip bir İslam cemaati oluşturulmalıdır. İslam’a iman edilmesinin hemen ardından dinamik ve organik bir toplum ortaya çıkmalıdır. Cahiliye’ye (Burada cahiliyeden kastı ‘inanmayan’ toplum değil peygamber döneminde görülen cahiliye toplumunun genel özelliklerinin inansın veya inanmasın halkta görülmesidir) karşı ona denk bir toplum çıkmak zorundadır yoksa her şey teoride kalmış olacaktır.

Yeni topluluğun temel nitelikleri şunlar olacaktır;

1-Akide etrafında toplanmak 2-Cemaat niteliği kazanmak.

Ancak böyle bir cemaat devrim gerçekleştirebilir ve geniş çaplı ıslahatlar yapabilir.

Fakat bu hedefe giderken esaslara yönelinmeli ve ayrıntılara takılınmamalıdır.

Davanın menfaati uğruna bile olsa asla ‘Rabbani Metod’dan taviz verilmemelidir.” (Yani öyle ‘Efendim şimdi başkana falan bulaşmayalım ortam öyle rahatlasın sonra bulaşırız ,sorarız hesabını yok. Kana kan ,dişe diş, korkusuzca)

Seyyid Kutup aynı zamanda Kuran’ın kurallarının asla değişmeyeceğini fakat onun fıkıh alanında getirdiği kuralların değişebileceğini, çağa uyulması gerektiğini söylemiştir.

Ölümü ile unutulmamış hafızalara kazınmıştır.

Gerek bilgi seviyesi gerek ise halk ile olan kopmaz bağlılığı sayesinde İslam’ın unutulmaz devrimcisi ve aydınlık yüzlerinden biri olmuştur.


Yazıyı bitirmeden şunu da eklemek istiyorum.

Grigory Petrov'un yazdığı bir kitap var 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' ülkemizde de Mustafa Kemal Atatürk'ün tavsiye ettiği bir kitap olması nedeniyle gayet popülerdir.

Orada anlatılan kişilerin hepsi bu topraklardan ve İslam dünyasından geçmiştir fakat değeri bilinememiştir.

Muhammed Ali sadece sporcu değildi mesela hayata karşı dik duruşunu sergilemekten kaçınmayan bir devrimciydi.

Malcolm X zira yine öyledir.

O kitapta anlatılan bir ütopya değil gerçekleşmiş bir toplumdur.

Kuran'da anlatılanlar da bir ütopya değil bir rasyonalitedir ve o da eğer toplumlar kendi kendini düzeltirse gerçekleşebilecek bir olgudur.