Müzik insanın yaşamıyla yaşamaya başlayan,onun gelişmesi ile gelişen ve onun çağ atlaması ile çağ atlayan,insanın varlığından beri ruhunu doyuran sanatlardan biridir. Ordulara cesaret vermekten tutun, kürek mahkumlarına kadar herkesin hayatında yer kaplayan bir sanat dalıdır.
Arthur Schopenhauer dünyada karamsarlığı yenmenin tek yolunun sanat, sanatın üstünde de müzik olduğunu söylemiştir.[1] Ona göre müzik dinlemek biz insanları dünyevi sıkıntılardan anlıkta olsa kurtaracak olan yegane kaynaktır.
Müzik insanları birey olarak etkilediği kadar toplum kavramını dahi inşa edebilecek kadar güçlü bir kavramdır. Müzik sosyolojisi alanında yapılan araştırmalarda bunu gayet açık bir şekilde görebiliyoruz.
Örneğin bu alanın dünyadaki gelişimine baktığımızda şüphesiz karşımıza çıkan ilk isim
Frankfurt Okulu’nun önemli bir ismi olan Theodor Adorno’dur. Horkheimer ile beraber yazdığı ‘Aydınlanmanın Diyalektiği’ kitabının ‘Kültürel Endüstri’ bölümünde bu konuya değinmiştir.
Müziğin insanlar üzerinde nasıl etkiler bıraktığını, bazen toplumları nasıl adım adım yabancılaştırdığını araştırmış ve sonuçlarını bu kitabında yazmıştır. Adorno’dan sonra akla gelen diğer bir isim ise Max Weber’dir.
Weber ‘Müziğin Rasyonel ve Sosyal Temelleri’ kitabını yazmış, müziğin-müzik aletlerinin nasıl bulunduğu, toplum üzerinde etkilerinin neler olduğunu ‘İklim faktörü’ nü dahi baz alarak araştırmıştır.
Örneğin ona göre Güney Avrupa’da icat edilen piyanonun Kuzey Avrupa’da daha çok benimsenmesinin ana sebebi Kuzey’in daha soğuk olması, piyanonun da ev ortamına uygun bir alet olmasıdır.[2]
Ülkemizde ise toplumu özellikle 70’ler ile 90’lar arasında Arabesk Kültürün etkilediğini görebiliriz. Eskisi kadar olmasa da hâlâ devam eden bu tür, müzikle oluşmuş ilk kent kültürüdür.
Bu müzik türü daha ağır, daha hissedilir ve acıları hafifletici bir tattadır.
‘Delikanlılık’ dediğimiz raconda da tam olarak bu tarz bir müziğe aidiyetlik vardır.
Özellikle Blues ve Jazz’ın doğuşu ile çok büyük benzerlikler gösteren müzik türünün gelin bir de tarihine, anlamına bunların yanında Türkiye’deki serüvenine göz atalım.
Arabesk, Fransızca kökenli bir sözcük olan ‘Arabesque’ kelimesinden Türkçe’mize geçmiştir. Güzel sanatlarda ‘Arap usulü’ anlamına gelmekte ve resim-yontma sanatlarında kullanılmaktadır. Yine bale ’de de ‘Arabesk pozisyon’ adında bir pozisyon vardır. Bunun yanında Meydan Larousse ’da yazan bilgiye göre ‘Arabesk’ kelimesi sosyal bilimlerde ‘Bozulmuş ve yozlaşmış’ anlamında da kullanılmaktadır.
Arabeskin kurucularından olan Orhan Gencebay ise bu müzik türünü şöyle tanımlamıştır;
‘“Türk sanat müziği, Türk halk müziği ve bunlara ek olarak da batı tekniğinin her türlü olanaklarına, özgür sunumun eklenmesinden oluşan bir müzik” [3]
Bu müzik türünün ülkemizde bu kadar popüler olmasının ana sebebi ise özellikle 1960 ile 1970 yılları arasında yaşanan göçler ve 80’ler ile başlayan ‘Bunalım’ dönemidir.
İşsizlik, siyasette istikrarın sağlanamayışı ve kırsal kesimden göç eden kişilerin gittikleri şehirlerde topluma adapte olamamaları ile korku ve şaşkınlıkla yaşayan bireyler, karşılaştıkları sorunları aşmada arabesk müziği dostları yapmışlardır.
Köylerine,sevdiklerine çektikleri hasretlerini şarkılarda aramışlardır.
Bu duruma örnek bir şarkı arayacaksak bunların başını Ferdi Tayfur’un ’Fadime’nin Düğünü’ adlı şarkısı çeker;
“Ne ümitle geldik koca şehre,
Allah sonumuzu hayır getire,
Alacaklı haciz koymuş Bekir’e
Hadi gel köyümüze geri dönelim
Fadime’nin düğününde halay çekelim
Buralarda ağaçları kesmişler
Yerlerine taş duvarlar dikmişler
Sevdiğimi başkasına vermişler
Bir başkadır Torosların yağmuru
Anam evde hazırlamış hamuru
Çok özledim havasını suyunu”
Yapılan araştırmalara göre 1950-1960 yılları arasında Türkiye’de 4 büyük şehrin nüfusu %75 oranında artmıştır.[4]
Göçler başta İstanbul olmak büyükşehirlerin yapısını bozmuş ve varoş diye tabir edebileceğimiz kesimin oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Bu göçlerin ana sebeplerine bakmamız gerekirse karşımıza 3 önemli sebep çıkar
-Kırsal kesimde yaşayan insanların daha iyi hayat standartlarına sahip olmak için kente göç etmeleri
-Sanayileşmenin hız kazanması ile beraber fabrikalarda ihtiyaç duyulan işçi sayısının artması ve makineleşme ile tarımda artık teknolojinin kullanılması.
-Büyükşehirlerin kırsala kıyas ile kültür seviyelerinin daha yüksek olması ve kan davası,mülkiyet sorunu vs. gibi unsurlar
‘Varoş’ kesimin oluşmasının en temel sebebi ise ‘Gecekondu’ kültürüdür.
Kırdan kente göç eden köylü göçmenler maddi durumları sebebi ile barınma ihtiyaçlarını kendi yaptıkları veya kaçak olarak yaptırttıkları evler ile sağlamışlardır.
1980’li yıllarda bu evlerin sayısı araştırmalara 900 bini geçmiştir.[5]
Gecekondularda yaşayan nüfus iş olarak daha az gelir getiren işler ile meşgul oluyordu.
İşportacılık, Seyyar satıcılık, boyacılık bu işlere örnek verilebilir.
Bir takım yasadışı işlerde bu nüfusta baş göstermekte idi.
Alışkanlıklarını bir anda terk edemeyen bu kişiler sahip oldukları bu alışkanlıkları kentlere taşımışlar ve gecekondular bir anda kırsalın kentlerde temsil edilen yerleri olmuştu.
Ayrıca bu kişiler sosyolojik olarak ‘Toplumsal Dışlanma ’nın da bir konusunu temsil ediyorlardı. Bunun sebebi ise ‘Gelenekten Kopamamayı ve Ekonomik Sıkıntıları’ elit kesimin ‘Yabancılaşma’ olarak görmesidir.
Bu insanların karşılaştıkları sorunlar karşısında Arabesk müziğe yöneldiklerini söylemiştik.
Toplumsal Dışlanma, bu müziği ‘Yoz’ ve ‘Karamsar’ ayrıca ‘Çevreye uyumsuz’ diye niteleyen elitler tarafından devam ettirilmiştir.
Oysa bir müziğe ‘Yoz’ demenin nesnel olarak hiçbir değeri yoktur.
‘Karamsardır’ denmesi ise yine yanlış olan diğer bir yorumdur. Zira bir imge olan ‘Arabesk’ müzik sadece söylemine göre değil süreçleri ile de değerlendirilmeli, bunun nasıl iletildiği ve bu kültürün nasıl alındığı da incelenmelidir.
Bu insanların dinledikleri kişilerin başında tıpkı kendileri gibi bir yaşantısı olan ‘Müslüm Gürses’ geliyordu.
‘Neden diğerleri değil de Müslüm Gürses’i seçtiniz?’ sorusunu soranlar elbette olacaktır.
Bunun sebebi hem yaşantısı hem de arabesk müziği bir yelpaze olarak düşünürsek en ucunda yer alması,toplumun değişmesi ile beraber kendisinin de değişmesi olarak açıklayabiliriz.
Diğerlerine göre daha iyi bir yorumcu olması (şarkıları kendine uyarlama yönünden),hayatının neredeyse dinleyicilerinin hayatları ile aynı olması, yaşadığı müddetçe kendisi olması ve hayranları ile kendi arasına mesafe koymaması, zenginleşmeden tıpkı hayranları gibi mütevazı hatta asosyal bir hayat yaşaması diğer seçilme sebeplerindendir.
‘Cehennem dertleri var cennetinde’ gibi şarkı sözleri ile hem kendisini hem kitlesini çok başarılı bir şekilde anlatabilen Gürses’i, saydığım bu özellikleri ile beraber hayranları ‘Baba’ olarak kabul etmişti.
Şarkılarını dinleyen kitleyi aslında kendisi ‘Sevenler Anlar’ adlı şarkısı ile çok iyi şekilde tanıtmıştır diyebiliriz;
“Yürüyorum sokaklarda
Kimi geliyor kimi gidiyor
Görüyorum insanları
Kimi gülüyor kimi ağlıyor
Çaresiz insanlar, ümitsiz insanlar
Benim şarkımdan ancak
Sevenler anlar çekenler anlar
Yaşarken her gün ölenler anlar
Kayboldular tüm dostlarım
Yapayalnız kaldım
İnandığım dostlarımdan
Ne yaralar aldı bu gönül
Benim şarkımdan ancak sevenler anlar
Çekenler anlar yaşarken her gün ölenler anlar”
Yine Gürses’in seyircilerinin kendini bulduğu diğer bir şarkısı ise ‘Garipler ’dir.
Müslümcülerin ilk dönem ki profillerine baktığımızda bahsettiğimiz ‘varoş’ olarak adlandırılan kitlenin bir özetini görebiliriz.
Toplumun ve müziğin en marjinal kitlesi olan bu topluluk genel olarak işçi sınıfına mensup, okuma yazma oranları düşük ve hayatın içinden yaşadıkları dersler ile bir şeyler yapmaya çalışan insanlardır.
Buna da ‘Hayat okulu’ ismini vermişlerdir.
Schopenhauer’un tavsiyelerine uyuyormuş gibi görünen bu topluluk, hayatı en az acı ile yaşamaya çalıştıkları için bir süre sonra mutsuzluğu tamamen içselleştirmişlerdir.
Azer Bülbül’ün dediği gibi tek yaptıkları şey ‘Gelecek dertleri beklemek’ olmuştu.
Fakat bunun sebebi mazoşist bir hayatı sevmeleri değil dönemin çaresizliği, bunalımı olmuştur.
‘Aldanmak’ ve ‘Mahsun Olmak’ bu kitlenin acıları içselleştirmedeki en önemli karakteristik özellikleridir.
Bu yüzden ‘Aldana Aldana Öğrendim Artık’ şarkısının kitle için farklı bir anlamı vardır. [6]
Ülkenin üst kesimleri ‘liberalleşme’ politikaları ile tanışırken varoşlarda yaşanan hayat ise zorluklarla geçmektedir.
‘Delikanlılık’ elde olmasa da ‘Eli açıklık’ gibi unsurların yanında isyan etseler bile hakka girecekler korkusuyla bütün sinirlerini sadece Gürses konserlerinde boşaltabilmişlerdir.
‘Bir karıncayı bile incitme evlat’ düsturu ile yaşayan bu insanlar’ın o dönem ve hâlâ bu dönem bile en çok suçlandıkları şey genel olarak ‘TANRI VE KADER’ kavramlarına isyanları olmuştur.
Müslüm Gürses’in çoğu videosunda ‘Sofu’ gibi davranması ‘Alevi’ kimliğinin de yer yer öne çıkması bu isyan kavramını aslında ortadan kaldırıyordu.
Peki böyle görünmesinin sebebi neydi? Bu isyanların altında ne yatıyordu?
Müslümcüler’e göre dünyayı yaratan bir Tanrı vardı ve ona inanmak sımsıkı sarılmak gerekliydi.
Fakat kulların, Tanrı’nın emrettiklerini yapmaması Müslümcüler’ i sorguya itiyordu.
Müslümcüler hafif bir kırgın eda ve dua ile Tanrı’ya bu isyanlarını yönlendiriyorlardı.
“Bir garibim bu dünyada unuttun mu Tanrım beni? Üstüme dertleri atıp unuttun mu tanrım beni?” şarkıları buna örnektir.
Diğer bir isyan ediş ise kaderedir.
‘İtirazım Var’ şarkısını bu konuda bir yapıt olarak görebiliriz.
“Ben hep yenilmeye mahkum muyum?
Ben hep ezilmeye mecbur muyum?
İtirazım var bu yalan dolana
Benim şu dertlere ne borcum var ki
Tuttu yakamı bırakmıyor
Benim mutlulukla ne zorum var ki
Bana cehennemi aratmıyor
Yalan dolu gözlere
Durulmamış sözlere
Dost olmayan yüzlere
İtirazım var”
“Yıkıla Yıkıla” adlı şarkısında Müslüm Gürses “Çektiğim çileler kendime benim, tutupta birine vurmaz ki elim, çekilin üstüme düşmeyin benim, kötüysem düşkünsem kime ne bundan” diyerek kabul edilmiş bir kaderi de benimser.
Kuşakların değişimi ile 70’li yıllarda göç eden kişilerin torunları artık kent yaşamına uyum sağlamaya başlamış,işte bu uyumla beraber hem arabesk müzik hem de Müslüm Gürses de artık değişmeye başlamıştır.
Özellikle 2000’li yıllar ile başlayan bu alışıklık dönemi neredeyse köyleri tümüyle boşaltmış, teknolojinin gelişmesi ile bu kitle bir çok şeyi görmüş ve gecekonduları da terk etmeye başlamışlardır.
Liberal politikaların izlenmesi ve dünyanın küçük bir köye dönüşmesi de bu değişimin başında sayılabilir.
Paranın önem kazanması, ‘Amerikan Rüyası’ kavramının ülkemize girmesi, toplumun yavaş yavaş sekülerleşmesi ile ruhsuzlaşan bir çok insan ‘Adalet’ kavramını bile terk etmiş, muhafazakar kitle ise geleneklerini ‘Din’ ile sürdürmeye çabalıyordu.
‘Kıroyum ama para bende’ dönemi de bu yıllarda başladı desek yeridir.
Müslüm Gürses’te bu politikalara bir süre sonra alet olmak zorunda kaldı.
Coca Cola,Vestel vs gibi reklamlarda boy gösteren Gürses müzik tarzını da yavaş yavaş ‘Rock’ müziğe doğru çevirmişti.
Murathan Mungan ile beraber yaptığı albüm elit kesim tarafından çok sevildi.
Fakat bu albümden önce ‘Paramparça’ ‘Olmadı Yar’ ‘Tutamıyorum Zamanı’ gibi şarkılar okuyarak bu yönünü zaten hissettirmişti.
Bir çok yerli ve yabancı şarkıcıdan eser okuyan Gürses’te önceki yıllarda nasıl ‘Varoş’ları temsil ediyorsa 2000’li yıllarda da değişimi temsil eden bir karakter olmuştu.
Gürses böylece yavaş yavaş Gülhane’den Harbiye’ye geçiş yaptı.
Fakat bu geçiş basit bir konser alanı değişikliği değil koca bir kültürün de geçişi,değişimi ve dönüşümüydü.
--------------------------------------------
[1] Arthur Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya, İstanbul, Biblos Yayınevi
[2] Güven, U. Z. ve Ergur, A. (2014). Dünyada ve Türkiye’de müzik sosyolojisinin yeri ve gelişimi, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 29. Sayı, 2014/2, s.1-19
[3] GÜNGÖR, Nazife (1993). Arabesk: Sosyokültürel Açıdan Arabesk Müzik, Ankara: Bilgi Yayınevi.
[4] a.g.e. s.82-83
[5] OKTAY, Ahmet (1987). Toplumsal Değişme ve Basın, İstanbul: Bilim-Sanat-Felsefe Yayınları s.84-85
[6] Işık, Caner ve Işık,Erol (2013). Arabesk ve Müslüm Gürses: Kültürel Dünyamızı Anlamak, İstanbul, Ferfir Yayınları